-Sabah uyandığında -sabah olması şart değil tabii, herhangi bir saatte uyandığın zaman kendini kötü hissettiğin olmuştur. Halsiz, bitkin, yorgun, kalkıp lavaboya gitme takatin bile yok. Gece on tane kadın üzerinden geçmiş gibi. Ya da erkek, fark etmiyor. Ne kahvaltı yapmak gibi bir isteğin, ne yataktan çıkmak gibi bir düşüncen, ne de dışarda seni cezbettirecek bir şey vardır.
Şimdi kulak ver bana, diyeceklerimi daha iyi anlayacağını umuyorum.
İstisna ile birlikte hergün birileri ile iletişim halindeyiz. Sürekli konuşmalar, gülüşmeler, işe gidip gelmeler, gezip tozmacalar, yolculuklar, kitap okumalar, film izlemeler, müzik dinlemeler, resim, spor, yemek yapmalar; bitmek bilmeyen bir sürü şey. Sonuç; eve döndüğümüzde elde bi’sikim yok, saat 12 oldu mu gözler karanlığa gömülmüştür bile.
Öncelikle zaman kavramını yok etmeliyiz; saat 12 ile 6 arası yatmamız gerekmez, uyku vakti, uykunun geldiği vakittir, buna hiç kimse karar veremez.
Kitap okumamız gerektiğini söylüyorlar, film izlememiz, müzik dinlememiz, resim, spor yapmamız; belirli bir saatte yatmamız, belirli bir saatte kalkıp kahvaltı yapmamız; duş almamız, giyinip kuşanıp yine aynı şeyleri yapmak üzere dışarı çıkmamız.
Zamanımızın böyle geçmesini kime borçluyuz? Kimin için kitap okumalı, kimin için film izlemeli, kimin için müzik dinleyip resim, spor yapmalı?
-Elbette kendimiz için.
-Siktir git!
Bana soruldu mu bunları yapmak istiyor musun diye?
-Ama bunları yapman için kimse zorlamıyor ki seni.
-Zorlamadığını öğretti çünkü, kendi isteğimmiş gibi göstermeye çalıştı. Entelektüel birikim şart! İyi de neden? Ayrıca entelektüel birikim beni tatmin etmiyorsa ne bok yiyeceğim?
-İyi de entelektüel birikimin olmadan insanlarla nasıl iletişim kuracaksın? Ne paylaşabilirsin ki onlarla?
-İnsanların canı cehenneme! Zeki olduklarını, hadi ukalalık olmasın diye kendimi de katayım, zeki olduğumuzu düşünüyoruz ama bir sik değiliz biz, biliyor musun? Bir şeylerin bilincinde olduğumuzu, bir bok bildiğimizi sanıyoruz ama inan bana hiçbir şey bildiğimiz yok. Özgünlük diye bir şey yok, kendi düşüncelerimiz, kendi fikirlerimiz, hayallerimiz, arzularımız yok. Hep bir yerlerden çaldık, çalıyoruz. Bir yerlerden öğrendiklerimizi kendi bildiklerimiz’miş, kendi düşüncelerimiz, kendi fikirlerimiz, öngörülerimiz, kendi önsezilerimiz’miş gibi karşıdakilere ısmarlıyoruz.
Bir şey bildiğini sanma, “başkasının bildikleri”ni bildiğini sanıyorsun sadece, o da bi’başkasının ve bi’başkası da bi’başkasının. Kendi bildiklerimiz başkalarının bildiklerinden ibaret.
-Ne demek istiyorsun yani? Kendime özgü bir düşüncemin, bilgimin olmadığını mı söylüyorsun? Nerden geldi peki bütün bu bilgiler?
-Her bilgi, onu ilk düşünen, var eden ve dile getiren kişiye aittir. Senin bildiğini sandığın şeyleri ilk kim söylemişse, ona aittir ve sen onun sadece basit bir kopyasısın. Senin ve diğerleri gibi milyarlarca insan var ve bir şey bildiklerini sanıyorlar. Halbuki bildikleri şey sadece çalıntı bir bilgiden ibaret.
-Oho! Gayet normal bir şey değil mi bu? İlk bilgiyi sızan, başkaları öğrensin, bilinçlensin, onlar da başkalarına ve başkaları da başkalarına öğretsin diye yapmıyor mu bunu?
-Hemfikir olduğumuz aşikar, ancak ben bunun yanlış olduğunu söylemiyorum ki, aksine yakındığım şeyin ta kendisi bu. Başkaları gibi yaşamaktan bıktım, başkalarının düşündüğü gibi düşünmekten, başkalarının yaptıkları şeyleri yapmaktan ve başkalarının yaşadığı gibi yaşamaktan bıktım. Anlıyor musun? Akıllı olmak için kitap okumak, film izlemek, müzik dinlemek, resim yapmak gerekmiyor anladın mı? Ayrıca kime göre akıllı? Ve neden akıllı olmam gerekiyor? Karnımı doyurmak için olduğunu söyleme sakın, varolmayan kafanı ışın kılıcı ile ikiye bölerim.
Söyler misin bana, bütün bu bilgilere sahip olduktan sonra elimize ne geçecek? Bu bilgileri edinmenin bir amacı var mı? Bir amaca hizmet ediyor olma düşüncesi bile saçma sapan bir şey de, konumuz bu değil. Evet, ne olacak? Tanrılaşmak bize ne katacak, Tanrı bile “tanrı” olmaktan bıkmışken?
-Hayata olumlu bakmayı öğrenmelisin, bardağın hep boş tarafından bakıyorsun, pesimistlik ruhuna işlemiş, beynini, yüreğini ele geçirmiş, bu şekilde bir yere varamazsın!
-Fiziksel bir tepki olarak gülmek için zor tutuyorum kendimi ama içten kahkaha atıyorum şuan bu söylediklerine. Biri size gerçekliğinizi, bi’sik olmadığınızı yüzünüze vursun hemen aynı replikleri saymaya başlıyorsunuz, vereceğiniz tepki bundan ileriye geçmiyor. Salt bir düşüncesizlik. Bu iyi aslında, başkasının düşüncesi değil, kendi düşünceniz, daha doğrusu kendi ‘düşünce’sizliğiniz. Bundan ibaretiz işte dostum, varacağımız en yüce mertebe bu. Kendi düşüncelerimize hitap edildiğinde ne kadar da ‘düşünce’siz olduğumuz ortaya çıkıyor.
-Daha görüp tadacağın, hissedip yaşayacağın o kadar çok şey var ki, bunların çeyreğinin çeyreğini bile görüp tadmadın, hissedip yaşamadın.
-Bardağın “dolu” tarafından bakanlar olarak henüz ölmedim diyorsun yani, senin bu karanlık düşüncelerine karşı güneş olup onları altın sarısı ışınlarımla aydınlatmaya, seni bu “kötü” düşüncelerinden soyutlamaya hazırım diyorsun, öyle mi?
Peki o zaman, onları da görüp tattıktan ve yaşadıktan sonra ne olacak? Elimize ekstradan ne geçmiş olacak? Daha bi’pozitif mi olacağız, etrafımıza neşe mi saçacağız, mutlu mu olacağız, tamam olalım, pozitif olalım, ortamlarda neşe kaynağı olalım, herşeyden önemlisi mutlu olmaktı değil mi, tamam anasını satayım mutlu olalım. Sonra dostum, sonra. Sonrası var mı bunun?
Tipine akıttığım, bi’bok bildiği yok, gelmiş bana hayat dersi veriyor, nasıl yaşamam gerektiğini öğretiyor. Sen önce git bi’kaç tane kitap oku da, az önce konuştuklarımızın ciddiyetini ve derinliğini kavra.
Ben yatıyorum anasını satayım, çay soğumuş olmasaydı çay ile birlikte bir sigara yakıp içerdim ama şimdi kim kalkıp çayı ateşe bırakacak.