“Sohbet esnasında ters çevrilen kahve fincanları, gazetelerdeki fal köşeleri ve medyumlar… Hepsi de , insanın içindeki gelecek kaygısının göstergesi ve bu kaygının çıkış noktasına kurulan tezgahlardır…” Geçenlerde okuduğum İstanbul’un Nâzım Planı adlı kitabında ne de güzel söylemiş Sunay Akın.
Evet, ben de falcıya gitmediğimi, inanmasam da telefonlardaki kahve falı uygulamalarına fincanımı çekip göndermediğimi söyleyemem. Falcılara sadece eğlencesine gidip “Acaba?” sorularıyla ayrılmak mı desem, telefona “Falınız hazır.” Bildirimi gelmesini beklemek mi desem? Artık hiçbirinin yapmasam da bir zamanlar uğraştığımdan bu okuduğum cümle beni yazmaya itti. İnsanoğlu, kendi için bir şeyler düşünmeye başladığı andan beri gelecek kaygısı da nükseder. Bu bazen iki yaşındaki bir çocukta başlar, bazen de otuz yaş sularında olan bir yetişkinde. Yaptığımız, düşündüğümüz her şey aslında sürekli üzerimizde taşıdığımız gelecek kaygısından dolayı değil mi? Aslında ne kadar da güvensiziz kendimize, benliğimize! Biz güvensek bile yaşadığımız dünya ne kadar güveniyor bize? Dünya döndükçe, saat ilerledikçe kirleniyor buralar ve geleceğe dair yol kat etmek anlamsız geliyor. “Şunu yapacağım da, bunu olacağım da ee sonra ne olacak?” diye sorgularken buluyoruz kendimizi. Sonrası mı? Sonrasını falcılara bırakıyoruz. Tamamıyla ona odaklanıp, söylediklerinin olacağını zamanı bekliyoruz. İster istemez yollarda falcı broşürleriyle bizi karşıdaki kafeye çeken elemanlara yakalanıyoruz. “Gel abla bu Ayşe ablayı/Ahmet abiyi bilmeyen yok. Herkes onun için geliyor, biz onu taa yurtdışından getirttik.” “Angelina Jolie bile buna geliyor.” diyeni duydum. Abartmıyorum sayın okuyucu. Adamlar taramalı tüfek misali o anda aklına ne gelirse saydırıyor. Saçmalık olunduğu bilinse de sırf bu kadar methedildiğinden gidiliyor. Sonra vay efendim o falcı kötü, bu falcı hiçbir şey bilmiyor. Ya kardeşim tabi ki bilmeyecek. Asıl suçlu sensin, asıl kötü seni kaygıya sürükleyen düzen. Sen niye insanları kandırıp parasını kazanan insana laf atıyorsun. İyi diyen de var elbet. Mesela geçenlerde bir arkadaşım gittiği falcıyı öve öve bitiremedi: “Annem, halam ve ben buradan yaklaşık iki saat uzaklıkta bir falcıya gittik. Kız abartmıyorum saatlerce sıra bekledik. Psikologlar, doktorlar, seçkin insanlar… Hepsi de gelmişti. Kadın her şeyi bildi. Abimin neden sinirli olduğunu, eski sevgilisinin ona büyü yaptığını, ailemizdeki her şeyi bildi. Bir de büyü bozmak için yapmamız gerekenleri söyledi. Kesinlikle sen de git.” Ona cevabım sadece ne kadar para döktükleri sormak oldu. Aldığım cevap orta halli bir ev kirası kadardı. Hiçbir şey demeden konuyu değiştirdim. Bana çok farklı şeyler düşündüren bu olaylar, o ve onun gibilerine anlatılamazdı. Bunları yapmak yerine, “Falcı böyle dedi, ben en iyisi uğraşmayayım nasıl olsa olmayacak” sözlerini sarf etmek yerine biraz kendimize güvensek iyi olmaz mı?
Bir minik için yarın anne ve babasının yanında olup olmayacağına dair kaygısıyla başlar hayat. Birkaç yıl sonrasında okulu düşünmek kaygıya sürükler çocuğu. Çocuk olduğunu kabul etmediği yaşta ise geleceğe dair birkaç kırıntı umudu kaldığını düşünerek üniversite yıllarıyla endişelenir. Oraya geldiğindeki kaygısıyla öncekilerin hepsi önemi yitirir. Çünkü asıl hayat o zaman başlıyordur. O anda olmayan çocuğunun geleceğini bile düşünür. Buna göre kendine bir hayat çizer. Buna göre bir iş ve buna göre yanındakini belirler. Böylece bu gelecek kaygısı yakamızı hiçbir zaman bırakmaz diyebiliriz. Peki bu kaygıyı en aza indirgeyerek daha mutlu bir nefes alabilir miyiz bu topraklarda? Daha umutlu bakmak için hayata, kaygının yeri olmamalı mı acaba yanımızda? Murathan Mungan’ın “Gelme” şiirinden birkaç dizeye bakalım:
“sen seç kendine bir hayat
ve öylesine yaşa, nasılsa
kaldığın yerden vurgun sürdürür
ve hep bak kendine”
Albert Camus’un Sisifos Söyleni isimli kitabı bu konuda insana felsefeyle umut aşılayan bir kitaptır:
“Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter.”
Biz hiçbir zaman güvenmedik kendimize? Annelerimize, babalarımıza “Sen bana güvenmiyorsun, ne olacak sanki?” derken bile kendimize güvenmedik. Bu koskoca dünyada, bırakın dünyayı, bu ülkede doğru düzgün yaşamayı öğrenemediğimiz gibi güvenden de yoksun bıraktık kendimizi. Ne zaman ileriye bir adım atsak geri düştük. Bir program vardı, bilmem hatırlar mısınız? İçi boya dolu kutular sahneye dizilir. Yarışmacılar o anki hislerine göre rastgele atlarlar. Boya olana denk gelirlerse yanarlar. Hayat da bir yarışma ise buna benzetmemiz de bir sakınca yok sanırım. Bizim de önümüzde bu kutulardan var. Kimine basarken bu seçimi bilerek yapıyoruz, kimine basarken kader diyoruz. Her zaman kendine olan inancını kaybetmeyen Nâzım Hikmet ile yazıma son veriyorum:
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzıma!