Bundan yaklaşık 100 yıl önce oluşturduğu teoriyi destekleyen, deneylerle görelilik ( izafiyet) kuramını bulan Albert Einstein, zaman ve mekân algılayışının her duruma ve kişiye göre değişikliğe uğrayacağını, kütlenin hızı ve boyutuna göre çekim gücünün artacağını ve hatta kendi içine çökebileceğini ve bu çöküşle oluşturacağı kara deliğin etrafında ne kadar ne varsa hepsini onun içinde hapsedeceğini dile getirmiş ve eğer bu durumun seyircisi iseniz, her bir seyircinin bu oluş karşısındaki zaman algısı ve oluş hikâyesi farklı olacaktır demiştir.
Her bir bireyin kendi öznel dünyasını düşündüğümüzde zaman ve mekân algımızın ne kadar değişken olduğu fikri hiçbirimize farklı gelmiyor olsa gerek…
Bir olaya karşı bakış açımız sayesinde mekân ve o olayı yaşantılayan anılarımız sayesinde zaman, algımızın farklı etkilere ve değişimlere yol açtığı ve bu yaşanımların madde evren üzerinde bizlere soyut bazı kazanımlar verdiği gibi kaybedişlere de yol açtığı aşikâr Ya da öyle hissederek kendi içimize çökmeye…
Zamanın şekli var mı? Sorusuna verebileceğimiz yanıt pek tabi görselliği olmayan bir şey için net bir ‘’HAYIR’’ olarak çıkacaktır ağzımızdan ya da ‘’EVET VAR VE ŞU AN DUVARIMDA’’ diyerek günümüzde indirgediğimiz saat ve takvimi sayabiliriz. Fakat zamanın şekli konusunda tam anlamıyla bir fikrim olmasa da, bir şey’i görememek o şey’in şeklinin olmayacağı anlamına gelmez düşüncesi (ki; cümlede ki düşüncede buna bir örnektir) Her ne kadar soyut kavramlar olsa da anlam itibari ile içi doldurulabilir somut kavramlar olduğunu düşünmekteyim.
Dünyaya geldiğimiz an’dan itibaren dış kuvvetlerin etkisi yoğun ve baskın bir şekilde duyu almaçlarımız ve merkezi sinir sistemimiz vasıtasıyla beynimizi şekillendirmeye başladığında, bizim için de öznel algılayış başlamış oldu. Yaşantıladığımız ve anı belleğimize kaydettiğimiz ilk çocukluk anılarımız, bizleri biricik ama bir o kadar da diğerleriyle ortak yaptı.
Ortak bir ekolojide yaşamak zorunda olduğumuz fikri bizleri farklı düşünmeye ve bir araya gelerek toplumlar oluşturmamıza sebep oldu. Aynı zamanda yaşayan ama farklı algılayan, aynı mekâna bağlı olan ama farklı şekilde kullanan kişiler olmamız bizlerin arasında bir çekim gücü oluşturdu. Bir araya gelen bizler içinde bulunduğumuz an ve daha önce deneyimlediğimiz zaman itibari ile bütün bu düzene bir anlam verme gayesine kapıldık.
‘’İyi şey’ler iyiye; Kötü şey’ler kötüye dönüşür’’ mottosu hepimizin içine yerleştirilmiş gizli bir şifre gibiydi. Doğruluk oranı nicelik olarak yüksek ancak nitelik olarak varsayımlı olan bu kod her birimize eşit verilse de her birimizde eşit çalışmıyordu.
Çocuk yaşlarda oluşturduğumuz; kaygılarımız, korkularımız, çekincelerimiz, utangaç ya da hüzünbaz kabullenişlerimiz, başarısızlığı kader, ataleti fıtrat olarak sahiplenişimiz zaman ve mekân algımızı değiştirdiği gibi bizlere verilen her özün ayniliğinide değiştirdi.
Bana göre; diye başlayan cümlelerin çokluğu bu durumu daha net açıklar sanırım.
Yine görelilik konusuna dönecek olursak, kütlenin hızı zamanı şekillendirdiği gibi kendinden daha küçük kütleleri de kendi merkez çekim kuvvetine katmasıyla daha da büyümekte ve bu büyüklüğü taşıyamayacak hale geldiğinde ise kendi merkezine çökmekte idi. İnsanların çekim kuvvetleri de yaşantılarına göre bir kuvvet oluşturmakta ve bu kuvvet sonucunda hayatlarının kontrolünü sağlayabilmekte ya da bir başkasının yörüngesine girerek yok olmaktadır.
Yine etrafına yaymış olduğu enerji ile oluşturduğu çekim de ‘‘İyi şey’ler iyiyi; Kötü şey’ler kötüyü çeker’’ mottosuna dönüşmekte ve zaman mekân algısını yeniden şekillendirmektedir. Örneğin içinde bulunduğu anı çözümleyememiş bir kişinin zaman mekân algılaması farklı olurken, özünün ne olduğunu bilen bir kişinin algılaması aynı an’ı paylaşmalarına rağmen birbirinden çok farklıdır. Kararlarını alıp veremeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen, eşik altı algısı gelişmemiş, diğerkâmlık yeteneği yerleşmemiş bir kişi kendi yarattığı çekimin merkezine doğru çöküşe geçerken, muhtaçlık düzeyini de artırmış oluyordu. Aldığı kararları uygulayan, verdiği kararlara uyan, kendi öz saygısını oluşturmuş bir kişinin oluşturduğu çekim kuvveti yine dünyayı kendisi gibi algılayan ve saygılı olan kişileri etkisi itibari ile kendine çekmek yerine kendi yörüngesinde eşit mesafede uyumlu bir şekilde devinimini sağlıyor ve ihtiyacı doğrultusunda hareket ediyordu.
İşte bu durum tam olarak bilenle bilmeyen arasındaki ilişkiye benzer. Bilenle bilmeyenin arasında ki ilişki, ihtiyaçla muhtaç arasındaki gibidir. Bilenin bilmeye ihtiyacı artarken, bilmeyenin bilmediği için muhtaçlığı artar. Bilenin bilmesi ihtiyacı kadarken, bilmeyenin ki muhtaçlığı kadardır.
Son olarak; Bizler çift kutuplu yaratılışımız itibari ile muhtaçlığımızın mekân boyutuyla değişime uğradığını, ihtiyacımızın zaman boyutuyla farklılaştığını ön görüp öğrendiğimiz an da iz’aniyet teoremini ispatlamış oluruz.
Ertan YAVUZ