Şimdi oturuyorum gecenin karanlığına boyanmış bir pencerenin kıyısında. Aklımla kalbimin savaşından arta kalan gücümle tutunuyor gözlerim sokak lambasının yorgun sarılığına. Anlayamadığım bütün ne varsa gelip geçmiyor içimden. Biriken bütün küskünlüklerim, kırgınlıklarım, yalnızlıklarım geceyi daha da karanlık kılıyor. Aklım bir türlü almıyor bütün bu vefasızlıkların, yalnızlıkların, sevgisizliklerin fırtınasının böyle kuvvetli olmasını, kimseye, hiç kimse kadar kırıcı, yorucu ve aldatıcı olmamama rağmen. Nasıl da aldandım bunca zaman yaşıyormuşum zannetmeye? Hayat süsü verilmiş bir ölmüşlüğün içinde, sokak lambasını izliyorum. İlk karlar düşerken Ankara’nın sert ve yalnız iklimine, kalbim donuyor. Mağlup oluyorum aklıma. Aklıma devriliyor bir bir hüzünlerim, özlemlerim, sevmişliklerim. Eritiyor aklım esirlerini bir bir; ” sadece nefes alıp vereceksin ve uzak duracaksın hayattan” diyor aklım aklıma…
Hayatın yalnızca bir defa olması beni bu denli hırpalayan belki de. Belki de bir dahası olmayacak akrep ve yelkovanın dönüş hızına kırgın, kızgınım. Belki de sadece kendime…
Ömrümü hayatlaştıramamış olmak benim değil, kalbimin suçu. Aklım benden yana olsa ve savaş açsa da kalbime, kalbimden yanayım sanki, duymasın aklım. Bir defalık bir ben, bir defalık bir o, bir defalık bir şu var işte. Gerisi ne kadar tekrarsız, ne kadar hüzünlü… Hüzzam makamına düşen kalbimin bunca yara alacağını bilseydim yaşamazdım beklemeyi, umut etmeyi, sadece sevmeyi, inanmayı insanlara ve yıldızlara güvenmeyi. Ayın en güzel yüzünü izlemezdim geceler kere gecelerce.
Şimdi yaşıyor gibi mi ölüyorum, ölmüş gibi mi yaşıyorum hiç kimse bilmiyor. Duymuyor hiç kimse sesimin rengini, Kız Kulesi hariç belki de. Belki de ayın saçlarını okşadığı Kız Kulesi bile beni hiç anlamamıştır. Binlerce seveni varken neden sevsin ki beni? Hep hüzzamlı kelimeler götürdüm ona, yalnızlık ağrıları ile bezenmiş, becerememekten utandığım bir hayat. Belki de yalnızca kırılmasın kalbim diye anlıyor gibi yapıyordur Kız Kulesi beni, hayatımdaki diğerleri gibi…
Anlamak, anlaşılmak, iletişmek, şefkatleşmek… O kadar uzak ve o kadar eski bir film ki içinde hiçbir rolün ömrüme düşmediği, düşmeyeceği…
Şimdi oturuyorum gecenin kıyısına açılan bir pencerenin kıyısında. Aklımla kalbimin savaşından arta kalan gücümle tutunuyor gözlerim sokak lambasının yorgun sarılığına.
Kalbimi vurdu aklım
Hiç beklemediğim bir zamanda
Oysa ben kalbimi seviyordum,
Hayatsızlığıma sebep bile olsa…
Aklıma karşı koyamadım
Haklıydı çünkü…
Ömür denilen bir kerelik sahnede
Demir gibi kelimelerin aklıma dökülüşünü ve ölüşümü
Kalbimden önce bilmişti aklım.
Sevmeksiz bir hayat neye yarar şimdi?
Vefanın saçlarımı okşamadığı bir akşam,
Sıcak bir çay bardağına yansıyan,
Kalbime inanan bir yüz olmayınca neye yarar şimdi yaşamak?
Bunca insanlardan korkmuş insan varken ömründe,
Nereden çıkardı kalbim korkmamayı insanlardan?
Şimdi kalbim ölü,
Aklım yaralı,
Zaman söz dinlemez bir yabancı…
Yalnızca sokak lambası,
Yalnızca sarı bir sokak,
Soğuk bir Ankara’da ölmüş bir kalp, yalnız…
Hepsi bu…
Yaşar Hakan YEĞİN