Yalnızlık, kolumu kanadımı kıran, dudaklarımı kenetleyen, kalbimi nefessiz bırakan karanlığım. Dünyadaki tüm sesleri susturan sessizliğim. Tenime ölüm soğukluğunu yapıştırmış, soluğuma yokluk katmış ıssızlığım yalnızlığım. Karanlığım, sessizliğim, ıssızlığım, sinmişliğim benim yalnızlık. Ve hepsinden öte yokluğum. Benim için mühürlenmiş bir boşluk aynı zamanda. Sadece benim… kimseye veremediğim, paylaşamadığım hatta sadece bendeyken anlam kazanan bir sır gibi. Nihayetinde yitirdiğim her şeyin toplamı yalnızlık. En umulmadık anda yakama yapışan, aslında yitirdiğim halde hala yitiremediğim bir gölge. Sanırım geçmişte yaşayan, eski takvimlerden yapılma hayalet bir köşkte oturan bir gölge o. Benim mekanımda ikamet eden davetsiz bir misafir. Adresi yok davetsiz misafirimin. O eskiden benim olduğum her yerde. Benim izimi taşıyan her saniyede yaşıyor müsademe gerek bile duymadan. Tanrı misafiri de değil o. Nerde görülmüş yeri yurdu belli olmayan, girdiği her hanenin renklerini solduran bir tanrı misafiri? Bana geleceğimi veren Tanrının böyle misafiri olur mu? Az sonra geçmişim olacak şu an bile bir gün yalnızlıkla birlikte geri dönecek bana. Çünkü özleyeceğim ve özlemlerim ansızın kapımı çaldığında yine yalnızlığımla baş başa oturacağım sofraya. Zamanın korkunç vakumlama gücünün hezimetine uğramış anılarımı yad edeceğim yalnızlığımla. Ve o sessizliğim olanak kadar özlemlerimi dinleyeceğim ondan tükenene dek. Sonra ıssızlığım olacak o. Nihayetinde karanlığım… güneş karanlığı aydınlığa boyadığında bir başıma bulacağım kendimi. Gitmiştir davetsiz misafirim benden, bir yerlerde beni bulmak için.