Ardı ardına yakılan sigaralar,doktorların ”panik atak” olarak adlandırdığı onunsa ”dışa vurum” olarak nitelendirdiği nöbetler, koca bir özlem ve daha sabaha kadar sayabileceği belki de binlerce (u)mutsuzluk vardı hayatında. Bunca karanlığın içerisinde kaçışı yine o beyaz kağıt tomarında bulmuştu. Her zorlukta kendini bulduğu yerdeydi yine. Ama bu daha çok kendinden, düşüncelerinden, etrafındaki insanlar tarafından istediği ya da hakettiğini düşündüğü önemi ya da saygıyı görememiş olmasından dolayı yaşadığı o kaostan kaçıştı sanki daha çok. Her şeyin aşırısı fazlaydı. Mutsuzluğun, sigaranın, eğlencenin, koşup atlamanın ve hatta mutluluğun, kahkaların bile. Yaşadığı en ufak kalp çarpıntısı koca bir gününü kabusa çevirebiliyordu ya da çıktığı on onbeş merdiven basamağı… Henüz yirmi yaşındaydı ve belki de hızla tükettiği şeylerin cefasını çekiyordu. Ya da kendisini tamamen şu psikoloji olarak adlandırdıkları şeyin kollarına bırakıyordu. Yıllarca güçlü kadın misyonunu yüklenmiş (ki her mücadeleci kadına istemese de bu misyon yüklenir vee bunun baskısı hissettirilir) bir kadın olarak güçlülükten sıkılmış, belki de tam aksine insanların kendisinin bile zannettiği kadar güçlü olmayışının yansımalarını geçiriyordu şu an hayatına istemeden de olsa. Hırs mı getirmişti onu buralara yoksa zorluklara karşı direnmeye çalışması mı bilmiyordu ama hayatın onu o insanların bir çırpıda çok lakayit bir ağızla söyledikleri ”delilik” kavramıyla karşılaştırması sanıldığında da talihsiz olmuştu. Ama biliyordu ki bir anne, bir eş, bir evlat yani özetle bir kadın olarak onun delirmeye bile hakkı yoktu. Çünkü bu karşı cinse göre acıtasyon, komşulara göre delilik, akrabalara göre ”Ah vah gitti güzelim kız’ durumuydu. Ve o bilincini kaybettiği, çığlıklarla boğuştuğu, bedenini taşıyamadığı durumdan bile daha vahim bir durumdu.