*Meyveler üzerinden inanç geliştirdi. Çünkü mevsimlere inanırken tek kutsalı ağacın doğurganlığı ve vericiliğiydi. Yeşil ruhtan olmak olabilmek ibadeti sayılırken sevişmek yerine fidanların köklerini sardırtırdı toprağa. Küçük bir çocukken düzenli aralıklarla balkonda yalnız kalmaya çalışıp özür dilerdi güneşten. Vakit akşamüstüyse ay dede ile denk geldiğine de sevinir güneş anneyle olan sohbetten bahsederdi. Onay alırdı sanki, ay dede daha mı yapıcıydı acaba. Minik ve henüz arsızlaşmamış diline çok gazlı soda değdiği o yaz gecesi, arkadaş edindi ay dedeyi. İlk şarkısını yazdı. Balkon demirlerinde yalnız geçen çocukluğu sokaktakileri kıskanmaktan vazgeçti birden. Birbirlerini kovalarken akıllarına bile gelmeyen ululuğundan düşünemedikleri gökyüzüne terfi etti arkadaşlığı. Olsun hele bi’ geçsinler dalgayı neler anlatacaktı onlara, asıl arkadaşını anlatacaktı onlara. ‘Ben sizi görmüyorum bile benim arkadaşım çok büyük olduğundan gökyüzünde’ diyecekti. Böyle de taştan topraktan havadandı ruhu. Nefes aldığında sapmadan gidiyordu ciğerlerine o zamanlar. Arkadaşları, sevdikleri gök güzelleriyken. Aldığı oksijen ilk defa kirlenmeye başladığında ise isyanı başladı. ‘Çok sevsem utanır mı kötü bakanlar, hep gülsem silerler mi gözyaşlarını ağlayanların’ sorularını sora sora dayandı ‘ben eskiye dönebilir miyim?’kapısına.
Sağa sola çok sevmelere bulaşmış olacak ki çocukluğunda hiç ay dedeyle konuşmamış, fidan kökü görmemiş insanlara bulaştı elleri. Yeşil çok sabır vermiş olmalı ki gerçeği her gördüğünde yakıştıramadı, kabul edemedi. Sarıldı dokundu. Arada nefesi kesilircesine yalnız kaldı o zaman içine içine susmadı, cimcikledi kendini. Çoğalmayı ne çok istedi. En istemediği sevmediği de hayal kırıklığıydı. Ekşi dünyada gökyüzünü görmek ilizyon gibiydi çünkü. Bu kadar olmamalıydı. İlizyon sanıp izleyenler eğlenmeyi bile es geçip bu numaraları nasıl yaptığını sordu. Bu hayallerin çatırdısıydı. İnandığı şeylerin kıymetini başkalarına anlatırken söz aldı sevmelere.
Her mevsim miladıydı. Bu yüzden daha heyecanlı ve güzeldi tarihi kişilerden. Her mevsim yeni dileklerle geliyordu. Bin bir çeşit meyvesi ve yeni mevsimde ilk tadımları. Meyvenin ballı ekşisi ne keyifdi yüzüne gözüne. Dokuz yıldız sayıp her geceye yeni mevsim meyvesi ferahlığı veren dileklerine, sevdiği sesin ilk şarkısını dinlerken dilediğine varana kadar dileklerle beziyordu her nefesini. Nasıl mı yapıyordu bunu hem de toplumu ona ‘aklı başında olması gereken yetişkin’ damgasını vurmuşken, bir dünyalıya inanıyordu. Hani gerçek dedikleri. Öyle sarılmalar arzuluyordu ki o dünyalı ya çekip kurtarmak için onu çok çarpışmıştı gerçeklerle. ‘Olmaz’ gerçeğini ‘gidelim biz, boşver sarılırız’ güzelliğiyle çarpıştırdı hep. Hadi, nefesimiz dünyadan ona da uyalım diye plan da yaptı, takvim baktı, gönül yaptı, olur aldı.
‘Gitmek’.
Buldu onu. Çok çözümdü. Sarılmak gibi. Gittiğinde sarılsa bir de, sarıldığıyla gitse ne hayalden çıkılamaz yol olurdu. Gitmek neymiş diye baktı. Baktı ki tam da içinden geçenlerdi. Yapardı. Yaparlardı. Trene dokundu tam bir 2000insanı gibi zor gelince de uçmaya karar verdi kanatsızca, kolayca. Olsun gitti. Üzerine kalp yorarsa her şeyin iyileşeceğini bildi. İnandığı dünyalı bedeni içinde bin bir karakter barındırıyordu. Böyle olduğundan gerçek demeye dili vardı. En güzel gerçekti kurguları ve kâğıttaki yansımaları dünyalının. Bir mevsim başında, haziranda, fark etti ki mevsimin ilkini yazdı bu dünyalı bir kenara. Başka ne yapılır diye düşündü birlikte mevsimin ilklerinden. Karpuz. Karpuz yememişlerdi daha. Birlikte karpuz yerlerdi. En büyük dileği de hak ederdi hem karpuz. Rengi, kokusu, suyu, çekirdeği, cismi her şeyiyle en güzel dileklere karpuz vesile olurdu. İnanmıştı. Tek başına. İki mevsim geçmişti, karpuz yememişti. Gitmemişti. *