Her zamanki yerinde bekliyordu Sevgili..Her zamanki gibi her zamanki saatinde.
Zifiri karanlık tüm geceye sinmişti. Sadece sokak lambalarının şavkı vardı sabahtan kalan yağmur birikintilerinin üzerinde..Dakikalar geçtikçe çehresinde daha soğuk bir hava esiyordu.. Sevgili bekliyordu, lakin kızdan hiçbir ses seda yoktu. Çok az kalmıştı günün aymasına. Ne olmuş olabilirdi ki gelmesine mani olan? Biliyordu, hissediyordu.. Paltosunun yakalarını kaldırıp üşüyen ellerini ceplerine soktu. Ve mihrin ışık hüzmeleri yavaş yavaş yarmaya başlamıştı siyahın göğsünü.. Bu saatten sonra gelse de ne farkederdi ki! Darılmıştı, titreyen bedenine inat yüreği yanıyordu… Gerisin geriye döndü sevgili.. Her bir adımında kızın ruhuna fısıldayacağı rahmet kokulu şiirleri kursağında birikiyordu.. İyi bir mazereti vardı muhakkak kızın, nasıl olsa bir sonraki gecede ögrenecekti… Kendisine verdiği sözü unutmuş olamazdı ya!
O kadar yoğun ve dağdağalı geçmişti ki günü, topuklarının şiştiğini hissedebiliyordu kız. Gün boyu bir sürü can sıkıcı hadise vuku bulmuştu. Hoş, hayat hep böyle geçmiyor muydu?! Nihayetinde işlerini bitirmiş ve başını yastığına koyabilmişti. Kafasında onlarca düşünce ve hemhemeden sonra huzursuz ve eğreti bir uykuya dalmıştı…
“Ben niçin yaşıyorum?” sorusu her insanın derinlerinde bir yerde saplanıp kalan bir diken gibi.. Kimisinin hiç farketmediği, kimisinin esip geçtiği ve kimisinin canını acıtan hem de öyle bir acıtan ki.. Kimisinin bir ömür cevaplayamadığı.. Kimisinin arayış adına sahralara vurulduğu.. Kimisinin soruda değil cevapta kaybolduğu.. Kimsinin de kız gibi deli divane oradan oraya koşup durduğu…
Mutluluk uğruna ne yaşanılası acılar kaybettiğimiz, refah dolu bir dünya için ne keşmekeşler çektiğimiz, hayatın amacını bulacağım diye ne anaforlarda boğulup yittiğimiz koskaca bir zıtlıklar ülkesinde yaşıyoruz biz… Grinin gerçekliği olmadığını bilmeden, siyah ve beyazı tekleme derdimiz yahut muzipliğimiz…
Kız da esir olmuştu bu sonu gelmez hırsa.. Hırsı onu yormuştu.. Tüketmiş, Sevgilisini dahi unutturmuştu.. Evvelin evvelinde söz verdiği, aht ettiği, yeminler içtiği Aşıklar meclisinin kadehinde…
Kaç gece geçmişti, kaç gün vefasızlığından bihaber kendini dahi unutuvermişti… Ne oldu da birdenbire Sevgili yadına düşmüştü bilinmez fakat gönlündeki gözyaşı seline kapılıp Sevgilinin peşine düşmüştü. “Acaba hala bekliyor mu? Yoksa..” yüzleşmek istemiyordu. Kendisinden, o sarsılmaz bildiği aşkından utanıyordu.. Öyle bir koşmuştu ki sokak başına yıldızlar ona bakarken kayıyordu…
Karanlık sokaği aydınlatan Sokak lambası onun yüreğini ise karanlığa boyamıştı. Sevgili yoktu.. Ona şefkatle bakan gözler yoktu.. Su birikintilerine bastıkça ayakları ıslanıyordu.. Ayaklarından çok yanakları… Sokak lambasının dibinde kaldırımın hemen üzerinde bir kağıt parçasına yazılmış bir not buldu. Kenarına çamur bulaşmıştı. Kapkara harflerle hicran yazılmıştı:” Unutulmuşa Sevgili denir mi hiç?! Aklına gelmeyen yüreğini sahiplenir mi?! ”
Daha fazla dayanamamıştı kız Sevgili bildiğinin sevgisini inkar etmesine.. Dağlar değil Arşlar kadar haklı olduğunu bile bile.. Dizlerinin üstüne çöküverdi.. İsyanı tabiki de kendisineydi… Birden bire arkasında karanlığın tam ortasında bir ses duydu. Arkasına bakmaya korkuyordu. Yavaş yavaş döndü sırtını. Gözlerini karşısında duran karartıya mıhladı…
****
Öyle diyordu Sevgililer sevgilisi, Rabb buyurmuştu ki “Gecenin en karanlığında âşkla koşmayan huzuruma, maşuğu bilmesin beni…” Sevgili demesin bana..
Sevgiliyle bir an için benliğini feda etmez mi insan?! Sevgilden gelecek bir sevda nazarı için dağları duman etmez mi? Ferhat olmazmı?! Mecnuna yaş’lanmaz mı?! Söylesene yalancı! Seven sevdiğini unutur mu hiç?!
-Günlerdir.. Aylardır.. Belki de yıllardır yitirdiğim Gece sevincine…Rabbin visaline..