Yağmur…
Hani o şairin öpüşten yumuşak yağan yağmuru. Sadece çatısı olanlar için, puslu pencereler için, susayan zeytin için güzel yağan yağmur. Damlalarına nağmeler yazılan, dualara çıkılan, çocuk adına konan yağmur…
Ama benim için,
Savaş meydanlarım için,
‘Bulutlar hırçın
Yağmurlarıyla bıçkın…’ dizelerimi dolduran yağmur.
öyle bir zamanda sevmeli ki insanım da,
‘kılıçtan keskin’ olan yağmur.
Sevemedim seni be yağmur. Hasadını coştursan da köylümün, başaklarını kırdığını unutamadım.
Yapraklarımı paklasan da, selinde tutunamadım.
Seninle tutunamadım.
İlkbaharda öğrettiler seni bana. Dediler kesin ve kesin ilkbaharda yağarsın sen. Nereden bilirdim ki yazın ortasında seninle karşılaşacağımı ve senin yine o sulu şakaları yapacağını?
Komik değil!
Artık ne yapsan yaranamazsın bana.
Mümkün değil!
Keşke anne şiirindeki gibi tanısaydım seni.
‘Bu kez dağlar doğursun beni anne
Sen de ılık bir yağmur ol
Durmadan yağ kanayan yerlerime’
Ya da hiç tanımasaydım.
Şaşırdın değil mi?
Sen misin beni divane etmeye çalışıp adına sözler dizmeye zorlayan? Al işte. Ama ben kapılmayacağım büyüne.
Aynalarımı da rahat bırakacaksın. Şairin çektiği sıkıntıyı çekmeyeceğim. Tanıyacak onlar benim yüzümü.
Yoksa başka kime sığınacağım?
Kuraklık grevim başlamıştır arkadaş!
Arkadaş?
Hey!
Tabii ya. Benim kimsem yoktu ki.
Bak yine baş başa kaldık yağmur.
Oysa ne kadar iyi başlamıştım söze. Seni tanımlarken her şey ne kadar güzeldi. Ta ki bana göreye gelene kadar. Sonra seninle konuşmaya başlayıp beni etrafımdakiler deli sanana kadar. Umurumda mı? Değil.
‘Yorgunluk belirtileri çöktü yine dizlerime
Bir de romatizma o gelecek diye
Haberci misiniz mübarek!
Susun be!’
Ayaküstü iyi sohbet ettik ama. Sadece ben konuştum ki o ayrı mesele. Sen suskun ben geveze.
Bu bir o kadar güzel ve bir o kadar saçma sohbetime son verirken sana birkaç satırım var yağmur:
Yok.