Bir kuşun baş ucumda kanat çırparak uyandırdığı bir sabahtı. Hem kanadını ısrarla çırparken yarattığı ses hem de rüzgarı yüzüme kırbaç gibi vurmuştu, uyanmam uzun sürmedi. Bir gözümü araladığıma emin olunca bir çırpıda uzaklaşıp kondu mavi ağacın dalına. Yanında dişisi. Gölgesi yok olduğunda pırıl pırıl bir güneş karşıladı yüzümü. Ne olduğunu anlayamadım fakat bir yandan da her şey olağan gibiydi. Doğruldum yatağımdan , meğer pamuk gibi bulutların üzerinde uyuyormuşum. Yastığım yorganım hep puf puf bulut. Adım attığım her yer çayır çimen , mis. Gökyüzünden rengarenk ırmaklar akıyor gökkuşağı gibi. Yer çekimi çekmemiş mi bugün bizi ne? Rengarenk nehirlerin bittiği yerde devasa hazine var tıpkı masallardaki gibi. Bu bir kitap hazinesi. Çocuklar var etrafında, uzanmış kitap okuyorlar, ip atlıyorlar, çocuklar var hazinenin başında. İnanabiliyor musun? Koşuyorlar alabildiğine maviye. Anlamaya çalışıyorum. Burada sanırım sizin mübadele ve değer araçlarınız , ilişkileriniz işlemiyor. Burası başka bir dünya. Evet, buna sevindim. Yürüyorum çıplak ayaklarımla ama yürümek değil bu sanki uçmak. Hiç bu kadar hafif hissetmemişim gibi kendimi. Hiç bu kadar gökyüzü içime dolmamış gibi. Kanatlarım varmış da altından yalayıp giden rüzgarı hissediyormuşum gibi. ” – mış “gibi.
Yürüdükçe yürüyesim geliyor. Hiç yorulmuyorum. Öyle güzel ki tüm güzelliklere hevesle koşmaya başlıyorum. Koşarken aniden bir kapı beliriyor. Duraksıyorum. Kapı kendiliğinden açılıyor, aa ne göreyim? Devasa bir çiçek bahçesi. Tek tek seviyorum dokunuyorum çiçeklere. Biraz daha ilerliyorum bir kapı daha beliriyor koşuyorum açılıyor. Giriyorum içeri, bakıyorum etraflıca. Antik Yunan tiyatroları gibi dimdik basamaklar. Ortası sahne. Sahnedeyim. Üzerimde çiçeklerden yapılmış elbise. Basamaklarında yine çocuklar oturuyor tüm cıvıltılarıyla. Yanlarında hayvanlar da var.. Öyle bir yer ki onlara zarar verebilecek hiç bir şey yok. Tıklım tıklım burası. Yüzünü göremediğim bir adam yaklaşıyor bana doğru. Bir eli arkasında diğer eli bana uzatıyor. Pek de şık. Ona da çiçek giydirmişler! Tereddüt etmeden uzatıyorum elimi. Ardından müzik çalmaya başlıyor. ” Hep bunu yapmak istemiştin, biliyorum” diyor. Ben vals bilmem ki… (aslında ben hiç bir dansı bilmem ) dememe kalmadan elimden tutuyor. Sıcacık. Ben de bilmiyorum birlikte öğreneceğiz güven bana diyor. Elleri ellerime dediği andan itibaren yüzyıllardır vals yapıyormuşuz gibi. – muş gibi.
Saatlerce dans ettik çiçek kokuları arasında. Çocuklar alkışladı bizi, evet hayvanlar da. Müzik kesilince hafifçe eğilerek selam verip hiç bir şey demeden nazikçe uzaklaştı sahneden. Utandım mı nedir yüzüne bakamadım hiç. Sevmek gibi bir şey mi oldu ne? Ne zaman sevmek gibi olunca bakamam ki kimselerin yüzüne, kaçarım. Kaçırırım gözlerimi.. Kimdi sahi? Ne renkti teni, gözleri, saçları? Elleri sıcacık olduğuna göre gülüşü de öyle olmalıydı. Yüzyıllardır tanıyormuş gibiydim o sıcaklığı. Kimdi sahi? Yeniden gelir, bulur muydu beni? Sustuklarımı duyar, bakmadıklarımı görür müydü? Yapar mıydı sahi? Gerçekse kesin gelir bulurdu beni, bu hep böyle olmamış mıydı hem? O da sevmiş gibiydi.
“- miş” gibi.
Sahnenin içinden ağır aksak adımlarla yürümeye devam ederken bir kapı daha kendiliğinden açıldı, bir de ne göreyim sınırsız yıldızlarla dolu bir galaksi. Sonsuzluk bu! Sevincimden kendi eksenimin etrafında dönmeye başlıyorum. Biraz daha sabretsem neredeyse gün yapacağım, ay yapacağım, yıl yapacağım, dünya ya meydan okuyacağım yahu iyi mi? Bak bende de hayat var ama seninkinden çok farklı diyeceğim. Bende yaşayanlar hep çiçek açacak. Çocuklar hep gülecek. Bu dünyada tanımları çoğunluk koymacak neden biliyor musun? Bu dünyada azınlık diye tanım olmayacak. Ah! Ne de heyecanlıyım, İçimde hayat oldu olacak, doğdu doğacak. Bir şeyler eksik ama ne? Yer çekimi mi yoksa? Yoksa su mu? Lezzetli bir dünya tarifine bir tutam insan mı eklemem gerekiyordu yüksek ateşte?!
Her neyse.
Durdum. Dokunmak istedim tüm yıldızlara tek tek. Dilek tuttum ben dokunamadan yok olup gidenlere. Tek! Tek! Ve dokundum da. Aldım avuç içime yıldızları, nasıl parlıyor. Işıl ışıl. Sıcacık! Zaman geçtikçe küçülüyor yitiyor avuç içimde. Sonra sönüyor. Üzülüyorum. Anlıyorum onun yeri orası, tamam kabul. Orada parlayabilir sadece. Avuç içlerimde değil. Tamam kabul.
Bir şeyler oluyor… Anlayamıyorum.
Dünyam ayaklarımın altından kayıyor. Tepe taklak oluyorum. Önce yavaş yavaş, sonra büyük bir hızla az önce heves ettiğim sonsuz boşluğa düşmeye başlıyorum, düşerken yıldızlar bıraktığım yerde. Parlak. Işıl ışıl.
Avucumda değil .
Sıcacık – değil.
Sıçrayarak uyanıyorum. Rüya içinde rüyay-mış meğer..