Hayatımdaki önemli kırılmalarda bana hakiki bir samimiyetle telefon açıp “mutlu musun?” diye soran arkadaşlara sahip olana kadar ve düşünce dünyasındaki büyük filozofların mutluluğu arama biçimlerine tanık olana kadar; mutluluk, gelin arabalarının klişesi “evleniyoruz mutluyuz” çıkartmasındaki gibi mutlu sonlarla ilgili bir şey olarak kazındı beynime. Kavram dünyamdaki bu mutluluk türlerinin hepsi doymayan mutluluk objesi açlığının yanında oldukça masum kalıyor elbette. Ama bu açlık duyulan nesneler modern dünyanın tanrıları oldu neredeyse.
Geleneksel dünyada tanrı sadece “kendisi için istenen”, ona ulaşmak için geride kalan bütün amaçların terk edildiği, dünya üstü bir gayedir. Öyle değil midir? Cennetteki köşkleri, hurileri, ırmakları elinin tersiyle iten, sadece tanrıyı isteyen, dünyayı bir tarafa bırakıp, tanrıdan didar isteyen insanların dünyasıdır geleneksel dünya.
Modern dünyadaki insanlığın derdi de elbette geleneksel insanlardan çok da farklı değil, her iki kuşağın aradığı, peşinde olduğu, ulaşmak için kendini paraladığı en yüksek gaye mutluluktur. Fakat değişen şey mutluluk getiren şeyin kendisidir. Geleneksel dünyada ulaşmak istenen dini inançların işaret ettiği gerçek bir tanrıyken, modern dünyada mutluluğun kendisiyle elde edildiği bitmek tükenmek bilmeyen şeyler topluluğudur.
Modern dünyada bu kadar büyük bir arzuyla istenen şeylerin listesi yapmaya kalksak, sınıfsal bir gayeler hiyerarşine denk düşeriz. Motorunun yaptığı dalga köpürtmesiyle cezbeden 100 bin euroluk teknelerden, güney cephe giriş üstü iki artı bir daireye kadar uzanan bir yelpazeye uzanır. Fakat gayeler ne bu tekneyle biter ne de bu mütevazi daireyle. Plazmalar, konfor yoksunu koltuk takımları, kendi içinde modeller arası bir hiyerarşiye sahip elektronik cihazlar, sevdiceğin sevdasının büyüklüğüne göre nispet edilen ebatlarda değişen tektaşlar bir birini izler.
Geleneksel dünyadaki insanlara güzelleme yaparak, sade insanı bağlamından koparan şeyi topyekün eleştirerek yerine bir şeyi işaret etmek değil niyetim. Zira içine doğduğum toplumun bir parçası olduğumu, eleştirdiğim bütün özelliklerin kendi bünyemde de vücut bulduğunu inkara girişecek değilim. Fakat bu durumun içeriden bir tarife ihtiyaç duyduğu da açık. İnsanlara mutluluk vaat eden şey ile insanlığı mutsuzluğa sevk eden şey aynı. Yani dünyanın mutsuzluk haritasında başı çeken bir coğrafyada dünyaya gelmiş insanların doymak bilmez nesne açlığını yaratan şey ile bu nesnelere ulaşmak için kendilerini paralasalar dahi ulaşamayacakları bir ekonomik gerçekliği yaratan şey olduğunu analiz ettikten sonra ne insanları memnuniyetsizlikle suçlamak ne de ekonomik bağlamdan koparılmış bir mutluluk tarif etmek mümkün değil.
Açık olan şudur ki, modern insanın göreceli mutluluk biçimleri ve yoksunluğu birbirine benzeyen keskin mutsuzluk biçimlerinde büyük bir anlam boşluğu yatıyor. Modern dünyada mutsuzluğun sebebini ifade etmek de mutluluğu yüce bir gaye olarak kavramlaştırmak da oldukça güç bir iş. Öyle ki, neden mutlu olduğunu ve neden acı çektiğini bilmeyen koca bir müptezeller topluluğu olduk. Mutluluğu anlamlı olmayan şeyler üzerine kurunca bu şeyler alttan çekilince sadece anlamsız garabet bir mutsuzluk kalıyor. Üstelik mutluluk öyle bir fetişleştiriliyor ki, mutsuzluk insana ait olan bir yaşam biçimi olmaktan çıkıyor. Gizlenmesi gereken, günün sakin saatlerine saklanan, görünenin arkasındaki gölge bir hayat olarak yaşanıyor. İnsan duygularından koparılmış bir varlık gibi yaşamaya zorlanıyor.
Gerçeklik nasıldır bilirsiniz. Oldukça keskin bir biçimde yüzünüze çarpar. Sahte olanın aksine sesi tınılardan değil koca bir gürültüden ibarettir. Modern insanın felsefi mutluluk gibi kalıcı bir mutluluğu yakalayamayacağı, mutluluk için elzem olan aracıların bitmeyeceği, mutsuzluğun kaçınılmaz olduğu gerçeği de böyledir. Ne var ki bu gerçekle yüzleşmek bile başlı başına bir iş.
Gündelik hayatın içine eleştirel yaklaşan tavrıyla karışan bir arkadaşım, yaşadığı büyük bir yıkımın ardından kendisini esaslı bir mutsuzluğa sevk eden bütün koşulları reddederek kendisini mutlu ilan etmiş, “düşünce gücü” denen çağımızın kişisel gelişim sömürüsüyle samimiyetten uzak bir mutluluk yalanı oynamaya başlamıştı. Bu noktada mutsuzluğunu ilan etme dirayeti ve mutsuzluğu da bir yaşama biçimi olarak ortaya koyma hürriyeti her şeyden önce var oluşa daha uygun bir davranış şekli gibi ortaya çıkıyor. Bu yüzden sanırım minibüste birden bire ağlayan kızı, onu ayıplayanlardan daha çok seviyorum. Kendi kendini kontrol etmeye çalışmaktan manyak olmuş insanlar yerine gerçek duygularını ortaya koyan insanları daha değerli buluyorum.
Mutsuzluğun bir yaşam biçimi olduğunu kabul etmek sadece samimiyetle ilgili olan bir şey de değil üstelik. Çünkü toplumun arzuladığının aksine insanlar rasyonel varlıklar olmak zorunda değil. İnsan varlığı vücuda getiren bir tarihselliği kapsayan deneyimlerin yanında, beğenilerini oluşturan çok çeşitli kalıplar, kültürel formlar, hatta biyolojik varlığını oluşturan hormonlar, ruhsal varlığını oluşturan duygular mevcut. Bu noktada insanı akıldan hatta “evrensel” bir akıldan ibaret görmek insan varlığını akla indirgemekten başka bir şey değil. Bu da insan varlığının büyük bir parçasını yok saymak oluyor.
Hülasa, hayatın en büyük gayesi olan mutluluk arzusunu objelerle tatmin etme tekerrüründen yorulunca ya da gerçekten mutluluğun araçlarını temin edemeyince kulağa ne kadar melankolik gelse de kendinizi mutsuzluğun konforlu kollarına bırakın. Çünkü inkar edilen ve esaslı bir şekilde yüzleşilmeyen şey büyüyerek insanı esir eder. Geriye yapacak bir tek şey kalıyor. O da mutsuzluğun var oluşun bir parçası olduğunu, bir yaşam biçimi olduğunu kabul ederek gerçekçi bir yaşam sürmek.