“Yıllar sonra bile tekrar anımsadıkça o günleri dehşete düşüyorum. Ne de olsa oniki yaşında savaşı tecrübe eden bir çocuktum o zamanlar. Köyümüzden zorla alıkoyulup göç ettiğimizi hatırlıyorum, yağmur içerisinde ineklerin ve eşeklerin sırtlarına yüklediğimiz yükler yüzünden vıcık vıcık çamura batan toynak sesleri, kurşunun deriyi yırtarken çaldığı ıslık, bir annenin feryatları, yanan bir evin çatırdaması. Ama beni dehşete düşüren şeyler bunlar değildi efendim. Yo, yo. Hayır! Beni dehşete düşüren şey daha kadim bir olaydı, savaş belki ondan sonra bir nebze etkileyebilir çünkü yaşadığım o mucizevi olay beni hala deliliğin pençelerinden alıp bir adım daha atmamı söylüyor. Hayatla küçük bir aşık atışmasıydı belki de… Neyse, daha fazla uzatmak istemiyorum.”
“Bir çocuk bir çiçeğe, ormana ne kadar değer veriyorsa, bende o kadar veriyordum efendim. Köyden ekin zamanları geldikçe, sıcak ilk ekmeği tuttukça o yeşilin değerini her zaman bileceğim; ama bir çocuk aynı zamanda acımasızdır, vahşidir, dünyada bir iz, bir renk bırakmak ister. Bundan ötürü ismimi kazırdım ağaçlara, çıkar oynardım üstlerinde. Ama hepsinden daha uzakta, öbür çocukların bilmediği belki de değere almadığı bir ağaç vardı. Öyle kafanızda fazladan bir özelliği olan bir ağaçmış gibi gelmesin gözünüze. Her şey gibi sıradan, normal ve uyum içerisinde duran bir ağaçtı. Ama üzerine çıkınca bana öbür ağaçların gösteremediği manzaraları gösterirdi. Mesela göçmen kuşların dağın arkasında kaybolup gitmeden önce ben görürdüm, ve ya köye gelen giden biri varsa ilk ve ya son ben görürdüm.”
“Ağaç beni mutlu ettikçe bende onu mutlu ettim. Çevresine dadanan zararlı bitkileri, böcekleri ve yeri geldi insanları sürekli uzaklaştırdım. Bu insan kısmında bazen yara bere içinde olmuş olabilir, anlıyorsunuz değil mi bayım? Özellikle bir gün vardır ki aklımdan hiç eskimez.”
“Sarp ve Batuhan ellerinde çiviler ve çekiçlerle gelmişlerdi. İsim kazıyacaklardı ağaca! Bu ağacı her ne kadar sevsem ve sahiplensem bile, o ağaç benim bile olmayacaktı. O ağaç kendisinin olmalıydı. O köyün gözcüsü ağaçtı. Ben dahil kimsenin onun üzerine isim kazımasına izin veremezdim.
“Çocukken de aynı bu düşüncelere dalmıştım o anda. Eh, bilirsiniz çocuklar duygularına pek hızlı yenik düşerler. Nutkumun tutulduğunu hatırlıyorum, soğuk nefesimin sesini duyduğumu, o anki heyecanla her şeyi sanki yavaş ve daha net görüyormuş hissini. Şimdi bile hatırlıyorum diş etine gömülen yumruğumun acısını, kaşımın patlaması, kemiğin gıcırtısı ve toprağa dökülen çocuk kanlarını, ince seslerin öfkeyle havayı yırtmasını. Ama yazdırmamıştım işte, nefretim ve tutkum beni o ağacı korumaya itmişti. Kavga bittiğinde hepimiz yere yıkılıp ağlamıştık. Hiç birimiz bunun nasıl geliştiğinden habersizmiş gibiydik. Sanki öyle olması gerekiyormuş gibi.”
“Bu olayın üzerinden iki bahar geçirdik. Kuşları iki kere uğurladım, iki kere selamladım. Ama o sabah ağacın üzerinde başka karaltıların yoldan güneşi selamladığını ve karanlığı getirdiğini gördüm. Havada anlamadığım dilde yankılanan bir şeyler duyuyordum. Öfkeyle verilen emir cümleleri! Daha sonra anladım ki getirdikleri karanlık uzak köylerin ta kendisiydi! Uzak köylerin acısını sürüklüyorlardı peşlerinde. Yakıyorlardı! “
“Anneannemin savaştan bahsettiğini hatırladım. Buralara kadar nasıl sıçramış olabilirdi aklım almıyordu. Gözlerimi kapatmış ağlıyordum. Açıklıkta bir başıma kalmıştım. Ağacın üzerindeydim. Ağacımın. Dalına sarılmış hıçkırıklarla ağlıyor, bir elimle de ağzımı kapatıyordum ses çıkartmamak için. Çamura gömülen postal sesleri yaklaşıyordu, askeri üniformaların metal çıngırtısı, süngünün çıkarttığı ıslık sesi. Hepsi adım adım yaklaşıyordu…”
“O sırada nasıl oldu bilmiyorum ancak ağaçtan aşağıya, bileğimin üzerine düştüm. Bileğimin acısını bastırarak kendimi ağacın gövdesinin arka tarafına sürükledim ve işte orada daha önce o ağaca defalarca çıkmış, her yerini incelemiş biri olan ben yeni bir oyuk gördüm. O oyuk yeni olmuştu, evvelsi gün bile orada değildi! Ağaç beni davet ediyordu, beni koruyordu! Yaşamam için seçenek veriyordu. Ağaç bendim, bense ağaç.”
“İşte o gün insan anlayışının çok ötesinde şeyler olduğuna kafa yormaya başladım. Geceleyin kafamı camdan dışarı uzattığımda, büyüklüğün içerisinde sorularla boğuluyorum. Ne kadar küçük olduğumuzu ve olan bitenin önüne geçilemeyen olduğunu düşünüyorum. İşte efendim, beni her gün dehşete düşüren o soru işte. Cevabını asla bulamayacağım o nihai soru! O savaş belki bizi bir yere taşımamış gibi gözükebilir. Peki ama o yıllarda orada olan biten her şey, sırf benim onları yaşamam için gerçekleşmiş olabilir miydi?”