Bizde modadır. Kuran’ı okumadan muska taşırız, Nutuk’u okumadan kolumuza Atatürk’ün imzasını dövme yaparız. Bu iki bildik örnek, Türk toplumundaki güçlü olgulara gösterilen ilginin ne kadar yüzeysel olduğunu sergiliyor. Atatürk’ü anlama eksikliğimi gidermek için birkaç ay önce Türkiye İş Bankası’nın Kültür Yayınları tarafından çıkarılmış olan Nutuk’u edindim.
Nutuk’u okumadan önce kitaptan edinmek istediğim öğeleri kafamda sıralamıştım. Mustafa Kemal Atatürk’ü hayalimde kurduğum mahkemenin sanık kürsüsüne davet ettim ve kendimi hakim koltuğuna yerleştirdim. Çünkü hakkında bu kadar çok konuşulan, çağdaş devrimleri hem sağcı, hem de solcu çevreler tarafından özellikle son yıllarda aşağılanan bu adamı sorgulamalıydım. Aklımdaki sorular ise şöyle listelenmişti:
- Atatürk bir diktatör müydü?
- Mustafa Kemal, halkın dilinde dolaşan rivayette de olduğu gibi Sultan Vahdettin’den bir sandık altın almış olabilir mi?
- Din düşmanı mıydı?
- Kürt düşmanı mıydı?
- Gayrimüslim düşmanı mıydı?
Ve kafamdaki daha birçok soruyla ilk sayfayı çevirdim. Elbette aradığım cevaplar bir ders kitabındaki gibi listelenmeyecekti. Gerçeğe ancak ispatından şüphe olmayan olayları anlayıp, yorumladıktan sonra yaklaşabilirdim.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’u gelecek nesillerin yaşanan olayları idrak edebilmesi için yazdığını daha ilk sayfalardan belirtiyor ve bence, kitabın tamamının gençliğin çoğunluğu tarafından okunamayacağını çoktan biliyordu. Zira, Nutuk oldukça ağır bir kitap. Ama en azından ilk 10 sayfasının kitleler tarafından okunacağını tahmin ediyordu. Atatürk, bu ilk 10 sayfada 19 Mayıs 1919’ta milletin içinde bulunduğu ortamı çok iyi analiz ederek söze başlıyor ve giriş bölümü olarak gördüğüm kısmı şu sözlerle sonlandırıyor:
“Ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.” [1]
Nutuk’un bu kadar uzun olmasının sebebi kitabın belki de yarısının kurtuluş günlerindeki telgraf yazışmaları olduğunu belirtmek gerekir. Günbegün yaşanan çetin zorluklar resmi telgraf kayıtlarıyla 1927 yılında Atatürk tarafından meclise sunulmuş ve bu telgraf kayıtlarının birçoğunu yazmış olan insanların hatrı sayılır bölümü o dönemin meclisinde bulunuyordu. Yani, Nutuk’un bel kemiğini oluşturan telgraf yazışmalarının Atatürk tarafından manipüle edilmiş olduğunu düşünmek mümkün değil. Gerçeğe ulaşmamızdaki en önemli ispat noktalarından biri bu telgraf kayıtlarıdır. Eğer Atatürk Nutuk’a şifreli veya halka açık olarak gönderilmiş olan telgraf kayıtlarını tüm çıplaklığıyla yerleştirmemiş olsaydı, eylemlerinin haklılığını savunmak için elimizde yeterli argüman bulunmayacaktı. Bu takdirde, Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında başardığı işleri kendi kafasına göre şişirip, böbürlenen bir megaloman olarak karşımıza çıkardı. Ama gerçek böyle değil, telgraf kayıtları 1919-1924 yılları arasında kimin vatanın kurtuluşuna hizmet ettiğini, kimin ise aksi girişimler içinde bulunduğunu gözler önüne seriyor.
Yukarıdaki önemli noktalara ek olarak, Atatürk’ün diktatör tavrı içinde olmadığını ve demokrasiye olan inancını ispatlayan en önemli kaynak telgraflara atmış olduğu imzadır. Kişisel yazışmaları dışında, alınan kararlar ile ilgili yazmış olduğu tüm telgraflarda şu imzayı kullanıyor: “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal”. Yani, ‘tüm yetkiyi elinde toplamış olan Mustafa Kemal’ diye imza atmıyor.
Aklımdaki ikinci soruya verilecek cevabın ise külliyen yalan olduğunu gördüm. Mustafa Kemal tarafından başlatılan kurtuluş hareketinin daha ilk günlerinde, Sultan Vahdettin’in emrindeki Damat Ferit Paşa hükümetinin türlü Bizans oyunlarıyla itilaf güçlerinin lehine hareket ettiğini göreceksiniz. Halkın kendi girişimiyle başlatılmış olan Kuva-yi Milliye gruplarının, Damat Ferit Paşa hükümetinin türettiği zararlı çetelerle defalarca kez zor durumda bırakıldığını, Hıristiyan azınlıkları Müslüman halka kışkırtmak için başı kesilerek öldürülen Yahya Kaptan’ı ve masum insanların hayatını kendi çıkarları karşısında bir hiç sayan saltanatın işlediği açık suçları göreceksiniz. Sonuç olarak, Mustafa Kemal, tevatür edildiği üzere Sultan Vahdettin’den bir sandık dolusu altını vatanın kurtuluşu için almamıştır. İstanbul saltanatının gram faydasının aksine, türlü sorunlarıyla en zor günlerde boğuşmak zorunda kalmıştır. Ata’nın bu gerçeği bir kez daha ispatlayan sözlerini kendi kaleminden okuyabilirsiniz:
“Ulusun ‘Kahrolsun işgal!’ şeklindeki şikayet çığlığını boğmaya çalışan, duygu ve anlayıştan yoksun hayvanca insanlardan kurulu, ve içinde kötü niyetli insanlar bulunan bir topluluğun, ahmakça, bilgisizce ve miskince hareketlerinin seyircisi kalmak, akıllı, anlayışlı ve yurtsever olanlardan beklenebilir miydi?!” [2]
Yine aynı sayfa içerisindeki bir başka cümle Vahdettin’i hain olarak nitelendiriyor: “… O kişi de devlet başkanlığını kirletmekte bulunan hain Vahdettin’di.” Bugün bir bakıma metaforik bir hikaye olarak gördüğüm bu cümleler, günümüzdeki İstanbul Saltanatı’nı tarif ediyor.
Devamı yine anlamlı bir gün olan 9 Eylül 2015 tarihinde yayınlanacaktır…
Bugünün Bizans oyunlarına karşı direnen milletin 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun.
Sercan Leylek / OSLO
Referanslar:
[1] Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları, Nutuk, Sayfa 11.
[2] Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları, Nutuk, Sayfa 159.