Soğuk sessiz bir gece. Sokakta insanlar yürüyor. Sokaklarda birileri yürüyor. Ben yürüyorum. O’da yürüyor. Birileri uyuyor, birileri sevişiyor, birileri sigara içiyor. Bense onu düşlüyorum yürüken. Sonra duruyorum ve alçak bir duvarın üzerine oturuyorum. Cebimden sigara paketimi çıkarıp bir tane yakıyorum. Derin bir nefes çekiyorum. Sonra bırakıyorum içime çektiğim zehri. Yemek yemeyeli baya olumş onu fark ediyorum. Biraz başım dönüyor ama umursamıyorum. Aslında başımın dönüşününü sebebi sigara mı onu bile bilmiyorum. Yaşam zor sonuçta. Maddi ve manevi olarak zor bir iş, yaşamak. Onlarca insanla farklı sebeplerle ilişkiler kuruyoruz. Ve bunların bir çoğu saçma sapan sebeplerle bitiyor. Aşık oluyorsunuz mesela. Belki çok iyi tanıdığınız birine, belki de hiç tanımadığınız birine. Sonra karşılıksız olarak sevgi beslemeye başlıyorsunuz. Hiç tanımadığınız bir insanı belki de, hiç birşey beklemeden seviyorsunuz. Öyle anlar oluyor ki saece onu seyretmekten keyif alır oluyorsunuz. O yürüsün, konuşsun, gülsün hiç farketmiyor, siz keyif alıyorsunuz onu seyretmekten. Gözlerine bakmak keyif veriyor. Belki adını bile bilmiyorken bunlar sizi mutlu ediyor. Evet işte, biz insanlar böyle saçma sapan ve basit şeylerle mutlu olabiliyoruz bazen.
Sigaram bitiyor yürümeye devam ediyorum. Öncekine nazaran daha kalabalık bir sokağa dalıyorum. İnsanlar gülüşüyor. Topuklu ayakkabı giyinmiş kadınların ayak seslerini duyuyorum. Sonra pekte sık gelmediğim bir bara giriyorum. İki kişilik bir masaya oturuyorum, garson geliyor. “Bir bira ve tuzlu fıstık” diyorum. Garson gidiyor. Sağ tarafımda 3 tane kendilerini üniversiteli sandığım kız oturuyor. Birinin yüzü bana dönük diğerlerinin sırtını görebiliyorum. 1.70 boylarında, kumral tenli, siyah saçlı bir kız. İncecik bir vücudu var, uzun bir boyna ve güzel bir yüze sahip. Ona baktığımı fark ediyor, kafamı çeviriyorum. O sırada garson birayı ve çerezi getiriyor. “Eyvallah” deyip alıyorum birayı elinden çerezi masaya bırakıyor. Montumun cebinden bir sigara çıkarıp yakıyorum, ardından biradan bir yudum alıyorum. Sonra yine beynime bir sancı giriyor. Karşımdaki sandelyeye bakıp sanki oradaymış gibi seyrediyorum onu. Neden gerçekten orada oturmadığını soruyorum kendime. Cevabını bilmiyorum. Çokta merak etmiyorum doğrusu. Emeinim geçerli bir sebebi vardır diyorum kendime. Ama böyle günlerde ellerini tutmak istiyorum onun. Karşılıklı kahve de içmeye razıyım. Ne bileyim arada sırada olsa da bişeyler yapmak istiyorum onunla. Mesela bir kıyı şehrinde şiir okuyabilirdim denizin hırçın dalgalarını seyrederken, şarap içerken.
Ben bunları düşlerken biri geldi sağ tarafımdan. Bişeyler söyledi anlamadım, sonra kafamı ona çevirip “Efendim” dedim. Gözlerine baktım, sonra yüzüne. Sağ çaprazımda oturan kız olduğunu fark ettim bu sırada. Kırmızı ruj sürüdüğü iki güzel dudağa sahip, boynunda bir dövmesi var kırmızı ve mavi renklerden yapılmış ama tam olarak göremiyorum ne olduğunu. “Eğer fazla sigaranız varsa bir tane alabilirmiyim” diyor, “Tabi buyurun” deyip uzatıyorum paketi. Hafif mahcup bir tavırla teşekkür ediyor ve arkadaşlarının yanına dönüyor. Onun sayesinde biramın bittiğini fark ediyorum. Kasaya gidip hesabı ödüyorum. Tam kapıdan çıkarken solumda bir kadın kahkaha atıyor. Yürürken soluma bakıyorum sarı saçlı bir kadın. Saçları boya, hafif esmer bir teni var. Yanındaki adama bakılırsa o kadının yanında oturmasından büyük keyif alıyor. Yürümeye devam ediyorum. Hava soğuk, ellerimi cebime sokuyorum. Ankara işte bilirsiniz kışın en sıcak günün gecesi bile buz gibi olur bu şehrin. Yürürken kendimi çok yorgun hissediyorum. Saatime bakıyorum, onu onsekiz geçiyor. En yakın otobüs durağına çeviriyorum yönümü. Sonra müzik dinlemek istiyorum her ne sebebtense. Cebimden kulaklığımı çıkarıyorum, çalma lisetsini açıp Can Gox’a gidiyor parmaklarım Wake açıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Biraz sonra Can Gox susuyor ve bende otobüs durağına geldiğimi fark ediyorum. Bir yaşlı çift var durakta, sanırım 50 60 yaşlarındalar. El ele tutuşuyorlar ve belki de ilk gün ki gibi aşıklardır birbirlerine kim bilir. Sonra tanıdık bir arpej duyuyorum. Biraz sonra da Selçuk Sami Cingi giriyor o muhteşem sesiyle. “Dünya döner birgün daha, yer yüzünde aşk durdukça” diyor. Otobüs geliyor, biniyorum. Cam kenarında manzarası güzel olan bir yere oturuyorum. Sonra da binaları, asfaltı, yürüyen insanları, konuşan insanları, uyuyan köpekleri, üşüyen kedileri, şarap içen adamları izlemeye başladım. Sonra ne oluyorsa 3 gece öncesi aklıma geliyor. Gözlerimi kapatıyorum. Karşımda oturuyor. Gözleri gözlerime bakıyor. Gülümsüyor. Gözlerinin içi gülüyor, görüyorum. Elini tutmak istiyorum ama bir türlü ellerimi kaldırıp uzanamıyorum. Korkuyorum doğrusu. Elimdeki bir avuç mutluluğu da kaybetmekten korkuyorum. Hiç bir zaman tadını sevemediğim sıcak şarabımdan bir yudum alıyorum, büyük bir keyifle. O an sanki dünyanın en ücra köşesinde başbaşayız gibi. Loş ışığın altındayız fakat bütün renkler daha canlı. Dünya gerçekten daha gerçek görünüyor gözüme. Sanki geri kalan ömrümüzü o masada karşılıklı şarap içerek geçirsek, zaman duracakmış da biz sonsuza kadar oturacakmışız gibi bir hava var. Fakat böyle olmuyor tabi. Zaman hızla akıp geçiyor. 11 gibi kalkıyoruz onu evine bırakıyorum. Evinin önüne geldiğimizde kocaman bir dolunay var gökyüzünde. Sokaka bomboş. Kapının önüne geliyoruz ve sarılıyoruz biribrimize. Yanağımı öpüyor, bende onunkini. Gökyüzüne bakıyorum dolunay ince bir bulutun arkasına gizlenmiş. Sonra ayrılıyoruz. “Hoşçakal, kendine iyi bak” deyip gidiyor. Bense suratımda aptal bir gülümsemeyle onu izliyorum. Çantasından anahtarını çıkarıyor ve kapıyı açıyor. İçeri girip, camın arkasından el sallıyor, sonra merdivenlere doğru yönelip gözden kayboluyor.
Otobüs ineceğim durağa geliyor ben bunları düşünürken. İndim ve eve doğru yürümeye başladım. Bir sigara çıkardım yine paketten ve yaktım. Hala birşeyler yemediğimi fark ettim. Eve gitmeden bir şeyler yemeliyim dedim kendime. Yürümeye devam ettim…