Karanlık. Islak kaldırımlarda yankılanan adım sesleri. Yürüyordu bir adam, nereye gideceği belirsiz. Paçaları çamurlu pantolonuna her dokunuşunda, zihninde aynı hatıra. Beyninin her kıvrımında yankılanan kahkahalar, koskoca caddenin sessizliğine inat. Yürüyordu bir adam. Karanlık. Her nefes alışında, burnunda aynı koku. Tonlarca para döktüğü parfümüne inat. Üşüyordu elleri, eksikliğinden başka ellerin. Yürüyordu bir adam. Karanlık. Durdu, etrafına baktı. karanlık. Yanaklarında hissettiği nem yağmur muydu? Belki de gözyaşları. Önemi yoktu. Üşüyordu yanakları. Ellerini kaldırıp silmeye bile tenezzül etmedi. Kurumuş dudaklarını yaladı, belli belirsiz bir gülümseme kondu o anda yüzüne. Yine aynı his. Yürüyordu bir adam. Karanlık. Her adımda rüzgardan üşüyen bilekleri, pahalı ayakkabılarına inat. Bilekleri… Ah o bilekleri… Kadının kırılacak kadar ince bileklerinin düşüncesi kahretti bu adımda… yürüyordu bir adam. karanlık. Saçlarına dokundu, ıslak saçlarına. İçini tatlı bir öfke kapladı, ıslak saçın kadını hasta ettiğinin farkındaydı. Bir anlığına gerçeğe döndü, ıslanmak istedi. Sırılsıklam olmak istedi… sakince önce adımlarından vazgeçti, sonra ayakta durmaktan. Kaldırımın kenarına çöktüğünde paha biçilemez takımının kirlenmesi umrunda bile değildi. Daldı gözleri. Yarı açık gözleri, kandırmaya başladı onu. Karşısında onu görüyordu, onu ve kendisini. Kol kola yürüyen, birbirine çok aşık bir çifti. Gözlerinin içi gülüyordu be! Durdu, öpmeye doyamadığı dudaklarına bir öpücük kondurdu, gittiler. Kimse umurlarında değildi, iki kişiden oluşan dünyaları o kadar güzeldi ki. Beyazı yok olmuş kırmızı gözlerini ovuşturdu. Amaçsızca el salladı hayaline ve ayağa kalktı. Yürüyordu bir adam. Karanlık. Yol ayrımına geldi. Tam o anda her şeyin farkına vardı. Seçmenin, seçtiği yolda yürümenin onsuz hiçbir anlamı yoktu. Yıllardır koruduğu o güçlü duruş yok oldu. Omuzları çöktü ve farkına vardı ki çöken tek şey omuzları değildi. Çaresizdi. Yolun karşısına baktı. Küçücük bir ayrıntı! Hayatı boyunca binlerce kez geçtiği caddede, belki de bin kez rastladığı ama vakitsizlikten kaçırdığı o küçücük ayrıntıya baktı. Kahroldu yeniden. Karşıya geçti, yere oturdu. Kaldırım taşlarının arasından umutla kendine doğru uzanan papatyaya baktı. Tanıdıktı. Gözyaşları durmaksızın süzülürken yanaklarından, o sadece o umutlu papatyayı izledi. Hıçkırıkları boğazlarında düğümlenirken, dudaklarından istemsizce döküldü sözcükler; ‘vazgeçmemeliyim.’
Ve ayağa kalktı. Daha dikti omuzları, gözleri hala o minik papatyada, derin düşüncelerle adımlamaya başladı. Yürüyordu bir adam, karanlık. Hava değildi karanlık olan, güneş doğmaya yüz tutmuştu. Adamdı karanlık olan, güneşini kaybetmiş biri gibi. Sahi, kaybetmiş miydi güneşini gerçekten? Tekrar doğmak üzere batmak mıydı bu kaybediş yoksa kıyamet günü mü gelmişti dünyasına? Kabullenemeyeceği çok fazla şey vardı. O yüzü bir daha görmeden, o gülüş kalbini bir daha titretmeden, o narin elleri avuç içinde tekrar hissetmeden ölemezdi.