”Neyi aradığınızı bilmeden günlerce, aylarca, yıllarca dağıttınız mı hiç düzenli olan ya da öyle görünen, öyle olduğunu sandığınız hayatınızı?”
Bu soruyu soruyordu kadın her dakika, bulmaya çalışırken bilinmeyeni, etrafa savurduklarına. Atıp tutmadıklarına, tutmak istemediklerine.
Hiçbirinden cevap alamıyordu.Ya da alıyordu ama doğrusu değildi. Bundandı durup tutmayışı, sarmayışı kimseyi.
Kimseye anlatmıyordu olup biteni büsbütün. Anlatacak gibi oluyordu nereden başlayacağını bilemiyordu tam buluyordu ipin ucunu sonra ”Anlamayacaklar” diyip sessizliğe akıyordu.
Kaleme koşuyordu, kağıda, müziğe, sigaraya.
”Anlatmış birileri, anlatabilmiş ki şarkı olmuş.” diyordu.
Gideni anlatmış, belki geleni, belki hiç gelmemiş olanı, belki bir hayali.
”Ben neyi anlatayım; şu ana kadar gördüğüm en güzel rüyadan kendi kendimi uyandırıp, sonra tekrar o rüyaya dalmak isteyip dalamayışımı mı?”
Neydi o rüya, kimdi başkahramanı ya da varolmuş muydu hiç kimse bilmiyordu, kendi bile belki.
Memnuniyetsizdi.
Mutsuzdu.
”Birşeyler eksik” demekten bıkmıştı. Çünkü sadece birşeyler tamdı. Eksikler fazlaydı.
Öyle gömülmüştü ki düşüncelere karanlığa çıkıyordu yolu. Zifiri karanlığa.
Sigaranın sararttığı tırnakları bile renk olup dikkatini çekemiyordu. Işıklar hep kapalıydı, perdeler zaten.
Aramaktan öyle yorulmuştu ki; kafası iki elinin arasında çöktü bir köşeye. Onu omuzlarından tutup sarsacak, bedenini ve ruhunu güneşe çevirecek birini beklemeye başladı.
Gelen oldu mu dersiniz?
Gelecek olan var mıydı?
Sahi güneş neydi?