Sana gelmek istesem küçük Eylül’üm Leyla’m bu çürümüş ruhumla, gelip yüzüne bakacak ne yüz nede söz söyleyecek bir sözüm dahi yok… Binlerce yol yürüdük insanlarla beraber bir sizlere doğru yürüyemedik, kırılsaydı bu dizler o zaman gelemedik derdik ama kırık değildi sağlamdı. Ölü bir denizin dibinde hayat sürmedik ki ölü gibi sessiz olalım hissiz olalım ama gel gör ki ölü bizden daha değerli…
Acımı hafifletmek için sana gelsem senin üzerimize yüklediğin sana sahip çıkamamanın ağırlığı altında ezilirken acılarım hafiflemez, şehvet kılıcıyla seni biçerlerken o kılcı ellerinden alama(dık)dım, taciz aleviyle seni yaktıklarında o elleri kıramadım ne acım hafifler ne sızım yok olur…
Helak olmuş kavimler gibi, helak olmak için çalışıyoruz, sen helak olduktan sonra helak olsak ne faydası olacak ki? Siz gülen o saf melek çocuklarımıza sahip çıkamadık! Kendimize yitik şehirler kurmadık sizler için yitik şehirler kurduk, altında kalmanıza seyirci kaldık, artık acılarımı sızılarımı yazsam ne fayda edecek ki? Sizler bir daha gülemeyeceksin ki! Anneciğim babacığım diyemeyeceksiniz ki! Sessizliğin sütunları altında kalmışız ki seslerinizi hiç duyamadık! Öylece baktık seyirci kaldık, yönümüzü sizlere dönemedik kendimize döndük, küle döndük kül ne yapsın taş yürekli olanlara! Kısacası kışın donan ellerimi değil kalbimizmiş, onu da siz gittikten ısıtacak çözecek hiçbir şey kalmadı, kalsa bile artık bize faydası olmaz olmayacaktır, vesselam.
Mehmet Aluç