Vefa dediğimiz şey bende ben ölünceye dek ‘sen’ kalmasından başka ne olabilir ki sevdiğim? Hayatımın ücra köşesine sığamayıp bensiz kalabalıklara karıştığından beri aşk da fahişe yalnızlıkların diline düşer oldu. Bir gecelik yalnızlık dolu düşler için beni de çiğner oldu.
Şimdi korkmaz mıyım ben, korkmamalı mıyım? Sen yoksun. Akmaktan korkan gözyaşlarım, adını fısıldamaktan bile korkan bir ben ve kalbimden taşan keşkelerim var. Hayallerimde ikiz doğuracaktım aşk yuvamıza, biri sen biri ben olacaktı güya. “Emek veriyor, beni seviyor” dedin. Bir başkası sana senin için emek verirken ben sana kalbimi verdim. Yok, artık bir sitem değil bunlar. Utancından yerin dibine girmiş umutlarımın serzenişleri… Kendimi sevdim, yolu kendine çıkan her insan gibi. Ama seni kendimden de çok sevmiştim. Ayrılık günü bile tren garında bana son kez bakıp el sallamıştı. Onun bile gözü bizim için yaşlıydı. “Bu acı gerçek ise bu aşk da gerçek demektir” dedim. Çünkü alev topu gibiydi kalbim, su döksek bile yangını sönmezdi. Sesine veda etmişti mevsimler, senli umutları çıplak görmüştü sonunda kader; dilediğim şanslar trenin altında kalmışlardı.
Bir başkasına gülüyorsun o güzel gözlerinle. Sordum kendime bazı bazı, hayatının bir anında, tek bir saniye dahi olsa aklına gelebiliyor muyum diye… Düşünüyor muydu dedim, “beni canından çok seven biri vardı” diyerek… Alın yazımızdan öte köy yoktu artık, nereye gitsek imkânsıza çıkardık, birbirimizin kaderinde biz diye bir şey biz ölünceye dek bir daha yaşamayacaktı. Sonra hayırlısı olsun’lara denk geldim, kandırdım ben de kendimi yolu acıya çıkmış her insan gibi. “Hayırlısı olsun, demek ki böylesi hayırlıymış” dedim. Hayat bize “evet” deseydi ben bütün hayırları bırakacaktım. Namusunu kaybetmeyecekti aşk, kahpe sevgilerin ölümcül hastalığına yakalanmayacaktı mutluluklar.
Seni görüyorum damatlığının içinde. Yosma geçmişimiz de nikâh şahidinmiş meğer. Gelecek artık bizim için gelmeyecek. Sonra onu görüyorum, saçları siyah gözleri yeşil bile değil. Hani sen Cezayir menekşesi gözlerime vurgundun, hani menekşelerden çalardın sırf beni anımsatması için… Gözlerine sanki bu dünyada bir tek sen varmışsın gibi bakıyor. “Gelin hanım” diyor nikâh memuru, o anda bendeki bütün gidişler başa sarıyor. Gidip gidip dönüyorum yine kalp ağrılarıma. Ellerini tutuyorsun onun, yalnızca onun ellerini tutunca bahar gelecekmiş gibi.
Benim de ellerimde bahar saklıydı, gözlerimde istesen çimenleri görürdün; bedenimin ben hâlinde bile sen vardı, benliğimde sen vardın. Kimse sevemez ki seni benim gibi dedim, gözlerin ondan başkasını görmüyordu ki, benim sesimi mi duyacaktın?
Ben de beyazlarımı giymek isterdim. Benim beyazlarıma “gelinlik” denmezdi ama sevdiğim; benim beyazlarım bile alacanın kan kırmızısına denk düşerdi. Bilmiyorum, daha nasıl anlatsam… Aynı şehri paylaşmayalım ne olur, kaldırımlarım bile sana yollar beni; yapamam. Sahici bir sevmek bu… Senin bile anlayamadığın. Bir hayat kadınıydı artık harflerim, yosmalıkları bile dökülürdü satırlara. Sanırdın ki bin sevmekle düşüp kalkmışlar. Söyleyecek ne kalmıştı ki artık “Canım acıyor” demekten başka.
Beni en çok üzen şey, canımda sen vardın; sen benim canımdın, canım acırken acıyan sen olmaz mıydın? Hasta olmana bile dayanamazken canımın acısının darbesini kaderden sormaz mıydım?
Mecali yok isimsiz şehrimin, dalgaları gökyüzüne sıçramış sanırsın denizimin; ağlamasın denizyıldızı.
“Evet” dedin, bir başkasını seçtin. Öptün onu; dudaklarının nemini rahmet yağmuru mu sandın?
Öptüm tren garımın yolcusuz seferinden; kalabalıklara hep dar gelmiştim. Bir garip insan mıydım, garip bir insan mıydım? Öptüm sevdiğim; dönüşsüz şerefsizliğinden… Şerefsizliğini bile şerefe diyerek içmişim, gün be gün ölür gibi seni sevince…
Dilara AKSOY