Çok yağmur vardı o gün İstanbul’da. Heryer suyla dolup taşmıştı. Yürümeye devam ettim. Bi gün beni sever miydi diye düşünmeden edemiyordum. Sonra sağ tarafıma baktım. Deniz yağmur rengine bürünmüş bana bakıyordu. Ağlamayacaktım. Yemin etmiştim çünkü. Ağlamamalıydım. Bana bunu nasıl yapar diye düşünüyordum sürekli. Nasıl başka kızı sevebilirdi. Nasıl başkasıyla film izleyebilirdi, gülebilirdi? Romantik komedileri biz izlememişmiydik onunla? Şimdi nasıl olacaktı? Onunla da mı aynı esprilere gülecekti? Gülemezdi. En azından benimle güldüğü gibi. Bunu düşünerek bi nebze mutlu olmuştum. Kırgın değildim ona. Kızgın hiç değildim. Sadece haketmemiştim. “Olsun.” dedim içimden. Aşk, onun mutluluğunu sevebilmekti. Ben böyle de mutluydum. Banklar o kadar ıslaktı ki ayakta durmak zorundaydım. Manzaraya doğru baktım en sevdiğim müzikleri dinleyerek. Saatlerce burda durabilirdim. Durmadım. Yürümeye devam ettim. O sahne gözümün önünden gidebilseydi eğer bende kendimle huzurlu kalabilirdim. Ne o sahne gitti ne ben huzurlu kalabildim. Acı çekiyor muydum? Fazlasıyla. Ama yaşadıklarımızı düşünüp mutlu olmayı tercih etmiştim. “Neden?” diye sormaktan kendimi alamıyordum. Sanki “Babam ve Oğlum” filmini izlemiş gibiydim. Hayatın binbir türlü halinden birini yaşıyordum. Çektiğim aşk acısı değildi. Aşk acısı çekecek kadar bencil değildim. Burdan gitmeliydim. Hayatta sevdiğim şeylerden biri İstanbul’du. Terk etmeliydim sevdiğim her şeyi. O zaman bu kadar acımazdı. Umursamazdım hatta. Burdan gittiğimde her şey daha güzel olacaktı. Dinlediğim melodiye kulak verdim. Hüzünlü bi melodiydi. Beynimi susturmuştu. Gitmeye karar verdim.