3 Eylül Saat 19:10. Nigel Heart, Al Jaziri kanalında Cemil’in haberini izlemekteydi. Haber bitip reklam girdiğinde Nigel biraz panik biraz da hüzünlü hissetti. ” Ah Cemil sen neden beni dinlemedin ki ” diye düşündü. Boğazı düğümlenir gibi oldu. Eyfel Kulesi’ni gören pencerenin önünde durdu ve kulenin ışıklarını seyre daldı. Işıklar onu bir anda geçmişe götürdü. Hem de çok geçmişe…
10 Nisan 1981. Saat 23:15. Afganistan, Pamir Dağları yakınlarında bir köy. İki kişi önlerinde bir harita, aralarında hararetli bir şekilde konuşmaktadır..
– Hayır köprüye gelmeden pusu atarsak ve başarısız olursa daha biz kaçamadan helikopterler kafamıza bomba yağdırır. Bu iş çok tehlikeli, Ruslar manyak bir millet.
– Ah siz Fransızlar, hep böylesiniz işte… Tedirgin ve korkak. Bir de Napolyon’un torunları olacaksınız ama nerde sizde ondaki cesaret. Ama korkmayın biz varız yanınızda. Elimdeki isthibarat kesin bir bilgi. Şok bir baskınla gelecek konvoyu yok edebiliriz, haber bile veremezler.
– Siz Amerikalılar da hep böyle çok bilmişsiniz işte. Eğer bu işte çok başarılı olsaydınız bir korkak tavuk gibi Vietnam’dan kaçmazdınız. Hem en azından ben tarihimden bir ders çıkarmaya çalışıyorum, Napolyon’da Ruslarla uğraşmıştı ama sonuç ne oldu ? Hüsran. Bir de şu durum var, o arap gazeteci çocuğa hiç güvenmiyorum ısınamadım bir türlü.
– Merak etme binbaşı Nigel, o güvenmediğin çocuk geldi geleli çok iyi işler yaptı bizim için. Verdiği her bilgi doğru çıktı, en azından şimdiye kadar.
– Bak yüzbaşı James, ben hala daha o çocuğa güvenmiyorum açıkcası. Sonuçta arap ve ben arapları hiç sevmem. Sanki sinsiler biraz.
– Tipik bir Fransızsın işte, tam bir Fransız.
– Ama sen hiç Amerikalı değilsin, çok güveniyorsun ona. Hem ben de sen de birer ajanız. Bizim işimizin bir parçası da kimseye güvenmemektir. Şunun şurasında iki gündür seninle tanışmışım, hakkında bildiklerim bana üstlerimden gelen bilgiler sadece. Sana bile güvenmem ben ona mı güveneceğim ?
– Güvenmemin bir nedeni var..
– Neymiş bu neden yüzbaşı James ?
Yüzbaşı James Hunt bir an duraksadı. Haritanın üzerinde duran sigara pakedinden bir sigara alıp yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra anlatmaya başladı;
– Ben Cemil’le yaklaşık üç hafta önce tanıştım. Kendisi savaş muhabiri olarak Afganistan’a gönderilmişti. Dayısı Mednan Bıçakçı’yı duymuşsundur herhalde, büyük silah tüccarı. Üslerimle arası çok iyi olan Mednan ayrıca buradaki Afgan direnişine büyük yardımlar yapmakta. Mednan buralarda çok sevilir ve sayılır. Herneyse bu çocuğu bizim yanımıza verdiler, hem göz kulak olmamız için hem de biraz ayrıntılı haber yapıp kariyer yapması için. Tamamen dayısının işleriydi bunlar. Ben hem burada afganları organize edecem, hem eğitecem hem de çocuk bakıcılığı yapacaktım. Tabii kabul etmedim ilk başta. İlk günler zaten konuşmuyordum onunla sadece iki adamımı yanına vermiştim koruma amaçlı. İki hafta önce bize bir operasyon emiri geldi, ruslar tarafından yakalanan bir ajanımızı kurtarmamız gerekiyordu. Ben ve ekibim ajanın tutulduğu yerin yakınında bulunan bir köyde konuşlanmıştık, parayla tuttuğum bir afgan muhbirden gerekli bilgileri alıyordum. Bu Cemil de oradaydı, bizi ve muhbirin verdiği bilgileri dinleyip notlar alıyordu. Muhbirden aldığımız bilgiye göre o günün akşamı harekete geçecektik. Ajanın tutulduğu karargahtan o gece yakında bir köye operasyon yapılacağı ve karargahın asker mevcudunun çok azalacağı bilgisini almıştık. Biz planımızı yaparken Cemil oradan ayrıldı. Ayrılırken de bir yerlere telefon etmesi gerektiğini söyledi. Bazı ekip arkadaşlarım bu durumdan, yani Cemil’in çift taraflı çalıştığından, şüphelendiler fakat ben arkadaşlarıma üslerimden bir bilgi gelmeden ona birşey yapılmaması talimatını verdim. Sadece Cemil’i bulunduğumuz yerden ayrılana kadar takip ettirdim ve olağan dışı birşey olmadığı haberini aldım. Açıkçası da umursamadım, hatta belki yolda onu Ruslar yakalar da öldürür diye umdum. Ben de böylece kurtulmuş olurdum çünkü ekibimin bir de onunla uğraşmasını istemiyordum. Hani derler ya ” Nerede çokluk orada bokluk.”
– Bak sen şu işe yüzbaşı James…
– Herneyse binbaşı, biz ekibimizle beraber operasyon yapacağımız yerin yakınında konuşlanmıştık. Gerçekten aldığımız bilgi doğru gözüküyordu, Ruslar ağır silahlarıyla beraber karargahtan ayrılıyordu. Son saydığımda karargahta sadece 20 kadar asker kalmıştı. Bizim ekip 10 kişiydik ve elit bir ekiptik. Onları indirip ajanımızı alabilirdik ve o karargahı da yok etme şansımız vardı.
– Siz Amerikalılar zaten kendinizi hep ” Elit ” görürsünüz.. Hah!
– Binbaşı Nigel beni dinleyecek misin ?
– Tamam tamam sen anlatmaya devam et.
– Ben ekibime harekat emri verdim ve operasyon başladı. Karargahı gören tepeden aşağı sessizce indik. İki gözetleme kulesi vardı, biri önde biriyse arkadaydı. Karargahın arka tarafına dolaştık, ben bir adamıma kuledeki gözcüyü indirme talimatı verdim. İşte ne olduysa ondan sonra başladı.
– Ne oldu peki ?
– Benim muhbirim şerefsiz bir orrrospu çocuğu çıktı !!! Bizi sattı ve pusuya düşürdü. Bir anda kafamıza kurşunlar yağmaya başladı. Ruslar etraftaki tepelere pusu kurmuş, bizi kıstırmışlardı. Önce bir havan mermisi düştü ve iki adamım parçalara ayrıldı. Ben hemen çevremizdeki kayalara pozisyon alma talimatı verdim ama nafile. Adamlarım teker teker gözümün önünde vuruldu. Şans mı yoksa Tanrı’nın bir mucizesi miydi bilmiyorum ben o kadar kurşunun arasından tek bir isabet bile almadan bir kayalığın arkasına siper aldım..
– Vay anasını James..
– İnan bana Nigel o an ” Tamam buraya kadarmış ” diye düşündüm. Sayısını bilmediğim bir sürü rus askeri beni kıstırmıştı. Silahımın namlusunu çenemin altına dayadım, tanrıya beni affetmesi için dua ettim. İnan bana herşey ama herşey dakikalar içinde oldu. Tam tetiği çekecekken büyük bir ışık yansıdı ardından da kulakları sağır eden bir patlama sesi yankılandı. Kafamı kaldırdığımda rusların karargahının alevler içerisinde yandığını gördüm. Ardından bağrışma sesleri geldi. Ruslar panik halinde etrafa dağılmışlardı. Anladığım kadarıyle Ruslar ” Tuzak bu tuzak, öleceğiz ” diyorlardı. Silah sesleri geldi bir süre ve sonrası büyük bir sessizlik. İşte o an gerçekten beynim durmuştu Nigel, hiçbir duygu veya hissim yoktu. Öylece kayanın arkasında sinmiş birinin gelip beni de öldürmesini bekliyordum. Ben böyle kesilmeyi bekleyen kuzu gibi titrerken biri omzuma dokundu. Bir anda yerimden zıpladım ve elimdeki silahı düşürdüm. Karşımda görmeyi beklemediğim biri vardı..
– Dur tahmin edeyim kesin o araptı, Cemil..
– Hayır Nigel, hayır. Karşımdaki afgan gerillalarının komutanlarından biriydi. Şah Mahmud Esut.. Ve bana söylediği ilk şey ” Mednan’ın yeğeni biraz daha gecikmiş olsaydı sen de ölecektin. ”
– Nasıl yani James ?
– Ben de ilk başta anlayamadım. Tabii yolda gelirken Şah Mahmud bana herşeyi anlattı. Ayrıca tutsak olan ajan kurtarıldı ve karargahı bütün askerlerle beraber yok ettiler.
– Peki sana ne anlattı bu “Şah Mahmud” ?
O esnada Cemil içeri girdi ve selam verdi.
– Esselamün aleyküm arkadaşlar.. Nasılsınız ?
Yüzbaşı James Nigel’le göz göze geldi, sigarasından bir tane daha yaktı. Cemil’e döndü ve ekledi ;
– Eee artık hikayenin geri kalanını da Cemil anlatsın Nigel..
– Ne hikayesi Yüzbaşı James ?
– Beni nasıl kurtardığının hikayesini ve sana neden bu kadar güvendiğimi anlatıyordum Binbaşı Nigel’a.
– Ah Yüzbaşı, yine mi.. Kaç defa daha anlatacağım bu olayı ?
Nigel araya girer ;
– İlginç bir şeye benziyor, olayı birincil kişilerden duymak isterim. Yüzbaşı bir yere kadar kendi hikayesini anlattı. Sıra senin tarafında. Hadi Cemil anlat.
– Bu bir emir mi Binbaşı yoksa bir rica mı ?
– Sen nasıl istersen Cemil.
– Tamam, tamam.. Anlatacağım.
Cemil Yüzbaşı James’in elindeki sigarayı aldı, bir nefes çekti ve anlatmaya başladı;
– Herşey…….
( Devamı bir sonraki bölümde)