-Karanlık… Çok karanlık!
Nihayet toprağın rahmine düşmüştü tohum. Artık bu raddeden geriye dönüş olabilir miydi? Olsa bile dönmek ister miydi? Hayır hayır, dönmek olmazdı, olmamalıydı. Kendisi yeşermeli, kollarıyla bulutlara değmeli, kökleri gümbürdeyen ırmaklardan su içmeliydi. Henüz farkında olmasa dahi, herkesin ihtiyacı vardı ona. Yeryüzüne çıkması şarttı.
Tüm evren düzene ayak uydurdu. Gökyüzü ağladı, tohuma can suyunu verdi. Tohum güldü, gökyüzüne minnet etti. Vakti geldiğinde gökyüzüne nefes olacağını vadetti. Yine bir varoluş yine bir zıtlık mevzu bahis. Düzene karşı koymak ne mümkün ne imkan ne de insan… Katiyen bozulmayan muhteşem intizam, düzen.
Şimdi sırada beklemek vardı. Beklemek günü, beklemek yolu usulca ve yavaş yavaş. Derken elden ele yerden göğe… Her bir zerresi işlenmeliydi ilmek ilmek, her hücresi tanımalıydı hudutsuzca ,“sabır” denen mefhumu. Yol uzun gün kısaydı. Uzun yola günler sığardı pek ala fakat fiziksel olarak küçücük olan içine dünyayı nasıl sığdıracaktı? Toprağın altında olgunlaşmalı, her türlü rüzgarın karşısında durabilecek güçte kollara, gökyüzüne uzanabilecek kadar boylu poslu bir gövdeye ve güneşle ten tene olmak için birden fazla yaprağa sahip olmalıydı. Ha birde yeryüzündeki fütursuz insanlara sabredecek seviyede dirayetli bir ruha!
Bahsi geçen tohum uzun bir yolculuğa çıktı içine sığdıramayacağını düşündüğü dünyasında. Dışarda kendini bekleyen kocaman dünyadan habersiz uzun uzun adımlar attı göğe doğru. Hem gökyüzüne nefes olmak hem de kocaman dünyaya ulaştırmak istediği yegane kavram için sabretti günler dolusu. Hepimizin tahmin ettiği üzere ana rahmine düşen bebeğin tek ihtiyacı besin olmadığı gibi toprağın rahmindeki tohumun da tek elzem ihtiyacı besin değildi. Keza korunmaya, sevilmeye, şefkate aynı zamanda da sevmeye ihtiyacı vardı. Bunların hepsini toprak gani gani verdi tohuma, gece olunca soğuktan ve tehlikeden korudu yavrusunu. Tohum toprağı sevdi, toprak cömert bir karşılık verdi tohumuna; sardı sarmaladı, kendinden kattı; eksildi, diğerini var edebilmek uğruna… Tohum bir şey daha kattı kendine topraktan: “Sonsuz fedakarlık.” Topraktan öğrendiği bilmem kaçıncı şey; feda ederken bir şeyi, aslında kendine veda etmediğin, oldu. Toprak eksilirken kendisine veda etmemiş yeryüzüne götürmesi için bir çok mefhumu katmıştı tohumun bünyesine. Şimdi bu bir veda mıydı? Katiyen… Toprağı kendinden bildi, içinde taşıdı; kattıklarına sahip çıktı çıkacağına söz verdi.
Toprak tohumuna veda etmemişti fakat tohum topraktan ayrılmadan da olsa bir vedaya hazırlanıyordu günlerdir. Telaşlandı, ruhu o tahmin ettiğinden de büyük olan dünyasına sığamadı, tekrar tekrar ruhu aktı toprağa. Her zaman yanında bulduğu, biricik varlığı olanla mütemadiyen kopması mümkün değildi. Fakat göğe çıkması lazımdı. Nefes olmalı, toprağın ona öğrettiklerini yaşatmalıydı.
Toprağın zarif dilinden şu satırlar döküldü:
-Görüyorsun ya muazzam bir sevgiyi, huzuru, şefkati ve fedakarlığı büyütüyoruz seninle.
Sana değiyorum, sana ısınıyorum, seninle var oluyorum günden güne…
Sözlerime nefes olacak oluşunla kabulleniyorum vedanı,
Bak nasıl da yeşile çalar gibisine rengin,
Birleştiğimiz yerden ayrılıyoruz seninle,
Sen yeryüzüne eğilimlisin, ben sana. Kendimden alıp sana veriyorum işte, sen de bir başkasına…
Derken elden ele, yerden göğe…
Tohum gitmek zorunda olduğunun farkındalığıyla şu sözleri söyledi bir nevi varoluş sebebine:
-Görüyorum ya seninle koskoca şeyler sığdırdım içime.
Sana değdim, değindim. Seninle ısındım. Senden var oluyorum zamanla. Hala benimlesin!
Nasıl da kahverengine keser gibi rengin!
Sakın şunu unutma gün geçtikçe bir olduğumuz yerden beraber kahverengine çalacağız seninle.
Şimdi kendimi ilk doğumum kadar güvende son ölümüm kadar güvensiz hissediyorum!
Güzel benliğim, beni var eden birçok şeyim… Hoşça kal!
Sonunda bir varoluş daha gerçekleşti evrende, toprak tohumun yarısından ayrılırken gökyüzü nefese kavuştu. Güneş upuzun kollarıyla kucakladı zeytin filizini, rüzgar naralar atarak haber saldı dört bir yana, geldi yapraklarının arasında dans etti, yapraklarını okşadı. Ufacık bir yerden gelen zeytin gökyüzüne bakınca nefesi kesildi. İki üç dakika kesiksiz düşündü bu kadar devasa bir şeye nasıl nefes olacağını,ardından aklına koskocaman olan iç dünyası geldi. Evet yetebilirdi! Hem gökyüzüne hem yeryüzüne nefes olabilirdi. Can attı kendinden bir şeyler katabilmek için, feda etmek istedi o an tüm nefesini… Ve öğrendiği şeyleri öğretmek adına güneşin ve rüzgarın kollarına bıraktı kendini.
Yeşerdi, çiçek açtı. Gökyüzü ağladıkça yeryüzü güldü, kahkahalar attı. Hepsi de can sularını buldular, yoldaş oldular, nefes olmaya yola çıktılar.
Canımın özü zeytin,
Ne çok severim seni!
Dirayetli bir gövden olmasından mı bu bilgeliğin yoksa toprağın cömertliğinden mi? Neler aldın ondan, neler vereceksin bize?
Mevzusu geçen zeytin ağacı, dirayetli, dayanıklı ve uzun ömürlüdür. Bu nedenledir ki Eski Romalılar zeytin ağacına “Yedi Canlı Zeytin” adını vermişlerdir. Kışın yapraklarını dökmez. Gövdesi çökse bile köklerinden yeniden doğar canlanır. Bu yüzden mitolojide de “Ölümsüz Ağaç” olarak yerini almıştır ulu zeytin.
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.”
Ne de güzel anlatmış seni Nazım Hikmet…
Gelelim bizim zarif ve dayanıklı zeytin filizimize. Zamanla büyüdü zeytin, güzel ve dirayetli bir ağaç oldu. Nuh’un gemisinden gelen güvercine feda etti bir dalını, güvercin kaptığı gibi götürdü uzak diyarlara. Gittiği yerde tufan durdu, yeni başlangıçlar müjdelendi insanlara. O günden sonra ufacık bir dalıyla bile “barışı” simgeledi tüm insanlığa. Toprağın ona kattıklarını tek bir mefhumda topladı zeytin; BARIŞ… Hem nefes oldu gökyüzüne hem barış getirdi yeryüzüne. Zeytin ağacı görevini yerine getirdi getirmesine de insanoğlu sahip çıkmasını bilemedi. Hızlı öğrendi, çabuk unuttu. İzini sildi, yolunu kaybetti. Arayıp da bulunamayan barış zeytin ağacının dalına gizlendi. Saklandığı yerden çıkmak istediyse de sesini duyuramadı.
Ah güzelim zeytin…Ne çok ihtiyacımız var duru sesine bilsen!
Bu durumu gören toprak şöyle seslendi yerden göğe doğru:
-Tüm evrene tek bir şeyi noksansız öğretme şansın olsa ne öğretirdin can özüm?
Zeytin uzun müddet düşündü. Toprağın kendisine öğrettiklerini hatırladı; fedakarlığı, saygıyı, sonsuz sevgiyi, doğru sözü, vefayı, asla pes etmemeyi ve adaleti… Bunların hepsine birden kucak açan “barış” geldi hatrına.
Hiç beklemeden seslendi gökten yere:
-Canımın içi toprak, tüm evrene bana öğrettiğin her şeyi içinde barındıran barışı öğretmek isterdim ve unutmamaları için elimden geleni yapardım, diye cevap verdi.
Toprak gülümsedi. Zeytin devam etti:
–Ya sen! Sen ne öğretmek isterdin?
–Ben mi? dedi şaşırarak.
–Evet, sen!
–Eğer tüm insanlığa bir şeyi noksansız öğretebilme yetim olsaydı ellerimde onlara gerçekten ağlamayı öğretirdim. İçlerinde barışın ve sana öğrettiğim tüm değerlerin yeşerebilmesi ve vücut bulabilmesi için; onlara gökyüzü gibi ağlamayı, can sularını eksik etmemeyi öğretirdim. Ruhlarına hapsettikleri kinin, nefretin akıp gitmesi fakat sevginin, saygının, barışın, adaletin yeşermesi için… Gökyüzü olmayı, gökyüzü kalmayı! Mayası topraktan yaratılan bir varlığın, yeşerip gülebilmesi adına ağlamaya mahkum olduğunu, toprakla bir olduğunu zamanla tek olacağını bu yüzden gökyüzüne muhtaç kalacağını! Gökyüzü olmayı, gökyüzü kalmayı, kendini gökyüzü sanmayı… Çünkü senin de çok iyi bildiğin gibi bilge zeytin, yeryüzünün gülebilmesi için gökyüzü ağlamaya mecburdur!
Yeşerebilmek için,
Gökyüzü gibi… Ağlamak!
Süzülebilmek adına gökyüzünde,
Ona nefes olabilmek
Gökyüzü olup… Ağlamak!
Can suyuyla bir olmak, mütemadiyen var olmak,
Gökyüzüyle bütün sanmak kendini… Ağlaşmak
Gökten yere,
Gökyüzü misali…
Yeryüzü için,
Feda olmak…Ağlamak!
Mirac Aynur Meydanioğlu
1 comment
Ellerine sağlık