“Hayatım bir anlam kazansın istedim, yatakta can vermek istemedim ve bu ateşten gömleği ben gönüllü giydim. Gerçek hayatı kazanmanın, ten sevdasından geçmekle olacağını kimseye anlatamadım. Kutsallarım çiğnenmiş, bencillik almış yürümüş; başkaları için yaşamak unutulmuş ve duyarlılık sinelerden kovulmuş, hal böyleyken ben nasıl çıldırmayayım Rosinante?
Koş Rosinante! Fethedilecek daha çok kale var, koş”
Cervantes
1600’lü yılların başında sansüre uğrayan, dışlanan ve yazdıkları nedeniyle birçoğu tarafından hain olarak görülen Cervantes çıkıp bir manifesto niteliğinde olan sözleriyle, Don Kişot’u yarattı. Tıpkı o dönemin insanı gibi, modern insanda Don Kişot’u, çıkarlarına saldırı saydı. Deli, akıl hastası, cahil, sefil gibi sözcükler, hakkında söylenen en masum cümlelerin temelini oluşturuyordu. Sürünün reddettiği bir şey uğruna savaşmayı, o günden bu yana birçok insan anlamsız bulurken devletin, düzenin, askerin, din adamının ve artık medyanın, şirketlerin, okulun himayesinde şekillenen, arzuları, hayalleri belirlenen insan, farklı bir süper kahraman gördüğünde afalladı. Çocukluğundan bu yana Batman, Süpermen, Örümcek Adam gibi kişileri severek büyüyen çocuklar, elindeki bayat ekmeği onunla paylaşmaktan çekinmeyen bir karaktere alışamamıştı. Yabancıydı o, uzaktı, sürüden değildi. Gül bahçesi de vaat etmemişti. Ne yazık ki, tek eliyle otobüs durdurmaktan da uzaktı.
Don Kişot kıyafeti, hiçbir çocuk tarafından giyilmezken diğerleri el üstünde tutuluyordu. Cervantes, yel değirmenleriyle savaşmaya ant içtiğinde, bu dönemin sözde bilgeleri tarafından kabul edilemez bulundu. Zaman değiştikçe, yel değirmeninin anlamı da geçmiş yüzyıllardaki gibi değildi. Bankalar, inşaatlar, gökdelenler, televizyonlar, telefonlar ve hatta kariyer, eğlence gibi modern yel değirmenleri, evrensel kültür içinde yetişen insanların vazgeçemediği bazı hiçlikler oldu. Birçok işadamı, psikolog gibi örnek kişi tipinin bulduğu tek çözüm, bu uğraşların boş olduğunu söylemekten çekinmeyen Don Kişot’a deli diyerek saldırmaktır. Öte yandan, buna katılmayıp sürüye uymayan bazı ender insanların, toplum tarafından sevilmeyen kişiler olması da yüksek bir olasılık gibi duruyor.
Yıllar sonra, gözleri bağlanıp gül bahçesinin peşinde koşan bu yeni yetişkinler, Somali’de ekmek çalan hamile kadının hapse atıldığı haberini ‘tatile nereye gitsem?’ sorusuyla geçiştirmeyi kendilerine hak gördü. Üzüntüleri anlıktı, ne de olsa onlar görevlerini yapmıştı. Artık oradaki insanlar üzerinden, duyarlı kişi modeli oluşturmakta mümkün değildi. Hatırlasanıza, medya %90’ı açlık yaşayan ülkelerde ki sefaleti gösterip yardım toplamış, böylece Somali gibi yerlerde yaşayan çocuklar batılıların üstün fedakârlığı sayesinde çoktandır obezite(!) sorunlarıyla boğuşur olmuştu. Unutulmaları doğaldı. Bu insanlarda, bundan böyle akşamları dizilerini seyredip, çıkacak olan son model telefonlarının peşinden koşmayı kendilerine uygun görmüştü, artık dert etmelerini gerektiren bir şey –görünürde- yoktu. Adaletsizlik görüp gerildiklerinde, ‘bir şeyler ters!’ dediklerinde ise, eğlence, kariyer gibi sözde zorunluluklar tekrar çıkıp varlığını hatırlattı ve zincirlerini koparmayı hayal bile edemediler.
Cinayetlerin oranı yükselen uygarlık düzeyine rağmen artarken, sefalet, radyasyon gibi etkenler katlandı ve birçok eğitmen, Don Kişot’un deli olduğunu savunmaktaki ısrarından vazgeçmedi. Tüm bu kötülüklerin, insanın etrafını saran sis bulutunun arasında ‘kariyer’ demeyi öğrenmiş insanın en temel sorusunun “bunun suçlusu ben miyim?” olması olasıdır.
Bizler, balta girmemiş ormanların %98’ini katleden şirketlerin CEO’larını idealleştirmeyen, ‘rehin işçi’ skandalıyla ünlü telefon markalarına saygı duymayan, insanın insana üstünlüğünü meşru görmeyen, “Kişi, özgür olmalıdır.” diyen Don Kişot’u kahramanı yapan insanlarız. Tüm bu işleyişin azılı birer pankart tutucusu haline gelen ve aksini düşüneni dışlayan insanlaraysa tekrar sormak istiyoruz; bunun suçlusu gerçekten sizler değil misiniz?
Lisan-ı Hafi Dergi(sf. 5)
Aralık – 2015
Sayı: 1
Kaan BOĞA