İnsanın hikâyesi sabır kapılarında başlarmış. Eyüp peygamber de böyle olmadı mı? Mesele sabrı yazabilmekmiş hikâyene, mesele sabrı kaderinde okuyabilmekmiş. Ve bir gün sabır kapılarını yumruklamaktan kalbin kırılsa bile, üzülmemekmiş.
Kitaplığın önünde hareket edemedim bir süre. Bilmiyorum belki 2saniye belki 1dakika, elimde durdu öylece artık rengi beyazdan sarıya dönmeye başlamış kâğıt.
10 Şubat 2008. Fen-Edebiyat bölümünün kapısının önünde telaşlı bir kalabalık var. Bu kalabalığı fark etmemle cebimdeki telefonun çalması bir oldu. Arayan Yusuf’tu.. O an içimden telefonu karşı duvara fırlatıp susturasım geldi. Bizim o deli âşık Ahmet beyefendi yine rahat durmamıştı anlaşılan. Bu kaçıncı be olum. “ Alo Yusuf, ne oldu, Ahmet rahat durmadı yine demi”. Yusuf’sa gülmekten kendini alamıyordu. “Rahat ol abi bu sefer temiz bir tokat yedi, bir daha yeltenemez.” Gideyim bir tokatta ben yapıştıracaktım zaten. “Kantindeyiz abi hadi gel, bekliyoruz.” Kalan 2 dakikalık yolumu kendimi sakinleştirmekle geçirdim.
“Ahmet, sen niye böylesin. Sana kaç defa artık uzatma dedim ben. Olum ayıp, delikanlı adamsın yakışmıyor. Allah senin kaderini başka türlü yazmış demek ki, böyle düşün. Bizi de çok üzüyorsun böyle yaparak, bak seni düşünmekten kendi derdi mi unuttum.” Sesimin o kadar yüksek çıktığını fark etmemişim, herkes dönüp bana bakıyordu ve evet SEN DE.
“Abi yorgun görünüyorsun, hayırdır yine mi taksideydin akşam.” Çok belli ediyordum demek dedim içimden, “ Evet kardeşim.” Canımın sıkkın olduğu her halimden belliydi ama benim şuan tek düşündüğüm yaklaşık 2 saat sonra yapılacak olan sınavdı. Hiçbir şey bakamamıştım. “ Çocuklar ben kütüphaneye çıkıyorum koşturmadan unuttuk, biraz bakayım sınava artık ne kadar olursa.”
Yusuf birkaç çıkacak soru söylemişti önce onlara bakmak için fotokopileri masaya çıkardım, ama kafam hiç alacak gibi değildi. Bedenimin bu koşturmacada yorgun düştüğünü hissediyorum. Gözlerim kararıyordu, ne kadar süre dalmışım bilmiyorum telefonun titreşimi kendime getirdi beni. Kafamı kaldırdığımda başucuma bir kitap bırakılmıştı. Sınav saatinin gelip bir şey çalışmadığıma üzülsemiydim yoksa en sevdiğim şiir kitabının şuan elimde olduğuna sevinsemiydim. O duygu karmaşası içindeyken aceleyle sınava yetişmem gerektiğini fark ettim ama önce bu güzel kitabı yerine koymalıydım. Raflarda N harfinin olduğu bölüme geldim, ne çok sıkıştırmışlardı bu rafı böyle, kütüphanenin bütün kitaplarını buraya koymuşlar sanki. Güç bela bir yere sıkıştırdım ama hemen sınıfa gitmem lazımdı. Arkamı dönmeme kalmadı ki az önce zor zar bir yere koyduğum kitap düşmüştü. Ama tek o değildi. Kitabın içinde olduğunu düşündüğüm bir beyaz kâğıtta yerdeydi. Hani derler ya hayatta karşılaştığın her şey nasip kısmet diye. O an kaderimde yazılmış bu hikâyenin başlangıcı olduğunu, Necip Fazıl’ın Çile ’sinin beni sana getireceğini bilemezdim. Bir 7 yıl sonra tekerlekli sandalyemle, bu sefer kendi kitaplarımın olduğu kütüphanemde o rengi sarıya dönmeye başlamış beyaz kâğıdı tekrar okuyacağımı bilemezdim. O gün bana şunları yazıp koymuştun kitabın arasına;
İnsanın hikâyesi sabır kapılarında başlarmış. Eyüp peygamber de böyle olmadı mı? Mesele sabrı yazabilmekmiş hikâyene, mesele sabrı kaderinde okuyabilmekmiş. Ve bir gün sabır kapılarını yumruklamaktan kalbin kırılsa bile, üzülmemekmiş.
Dedim ya belki 2 saniye belki 1dakika durdu öylece o artık rengi sarıya dönmeye başlamış beyaz kâğıt. Hanife hanımın “ Yemek hazır, çorbalar soğuyor hadi gel” sesiyle gelmişim kendime. Üst rafta duran Necip Fazılın Çile ’sini bu tekerlekli sandalyeyle zor olsa da almaya başardım güç bela. Benim hala gül kokunu duyduğum o rengi sarıya dönmeye başlamış beyaz kâğıdı senin o gün yaptığın gibi kitabın arasına koydum. Hanife hanımı 2.kez seslendirmek ve çorbasını soğutmak olmazdı.
“Geldim Hanife hanım, raf çok sıkışık olunca bir kitap yere düşmüş onu yerine koyuyordum”