Bu satırları soğuk toprağın altında üşüyerek yazıyorum…
Sabahın erken saatleriydi. Gözlerimi açtığımda gün yeni yeni başlamıştı ağarmaya. Her gün gibi bugün de huysuz uyandım biraz. Üzerimdeki ağırlık hayatımın yaşadığım 20 yılını sırtıma yüklemiş gibiydi. Perdeyi açasım gelmedi ama neden sonra içimde dışarıya bakma isteği oluştu. Pencerenin önüne gelip de usulca perdeyi açınca, camla aynı hizada olan elektrik tellerinin üzerindeki serçelere takıldı gözüm.
Gelmek üzere olan bir tehlikeden gizlenmek istercesine, ürkekçe etrafına bakan serçelerde kendimi buldum. Ürkektim, tıpkı durmadan etrafına bakınan elektrik tellerinin üzerindeki serçeler gibi… Bir süreliğine serçe oldum ben de. Etrafıma bakınırken ürkek ve tedirgin gözlerle, yaşadığım 20 yıla doğru usul usul uçmaya başladım. Her kanat çırpışımda biraz daha küçülüyor, giderek sarı saçları bir diken misali kafasının üzerinde duran bir çocuğa dönüşüyordum. Her kanat çırpışımda çocukluğumun haşarı zamanlarını görüyor, kırgınlığını yüreğimde hissediyordum.
Önünde bahçesi olan iki katlı evimizin önündeydim. Gökyüzünden izliyordum kendimi. Bir kuşun gözlerinden… Bahçedeki ağaçların arasında dolanıyor, birbirlerine küfürler yağdırarak futbol oynayan mahalle arkadaşlarımın birlikteliğine inat, yalnızlığımla birlikte süzülüyordum yeşil yaprakların arasında… Beni içeri çağıran annemin sesi yankılandı kulaklarımda. Eve doğru yürüdüm sonra, yalnızlığımı ağaçların arasında bırakıp…
Zamansız bir dönemde miydi çocukluğum yoksa ben mi çocukluğu yaşamayı öğrenememiştim, bilmiyorum. Hayatlarını oyuna adamış çocukların aksine, daha o yaşlarda hayatı sorgulamaya başlamıştım belki de, kim bilir.
O zamanlara dair hatırladığım acı hatıralar var. Buz gibi bir zeytinyağı makinesinin babamın bileğini çiğneyişi mesela… Daha 7 yaşındaydım o zamanlar ve o gün çocuk olmayı bıraktığımı anlıyorum şimdi. Alkol kokan bir koridordan beyaz çarşaflarla kaplı yatağın olduğu odaya girip de o yatağın içinde yatan babamı gördüğümde çocukluktan çıkmıştım. Birinde serum diğerinde kan asılı iki uzun çubuğa anlam vermemiştim. Tüm kablolara ve babamın sargılı eline aldırış etmeden koşarak babama sarılıp gözyaşlarımın ıslattığı beyaz yastığı çıkarmıyorum aklımdan. Çocukluğumun son gözyaşlarıydı o yastığa damlayan ama hayatımın değil…
O gün biten çocukluğum, bana güzel günlerden çok acı dolu günlerin haberini vermişti ama ben hiçbir şeyin olmadığım gibi bunun da farkında değildim. Ben artık hayata diğer çocuklardan farklı bir gözle bakmaya başlamış, diğer çocuklar gibi düştüğüm için ya da arkadaşlarımla kavga ettiğim için değil, bambaşka şeyler için akıtır olmuştum gözyaşlarımı.
Bitmek bilmeyen kavgalarını hatırlıyorum mesela annem ve babamın. Yorganı başıma çekip saatlerce durmadan ağladığımı… O gün hastanenin beyaz yastığını ıslatan gözyaşlarım, yıllardır başımı üstüne koyduğum o papatya desenli yastığımı ıslatır olmuştu artık.
Hızla çocukluğuma doğru çırptığım kanatlarımı, artık daha yavaş çırpıyor, çırptıkça büyüyordum.
Ben öğrenci sıralarında otururken, annemin o sıraları temizlediği okul görünüyor biraz sonra. Tenefüs aralarında bahçede oynayan çocuklara sınıfın camından bakıyorum. Kendimi görüyorum… Ne tuhaf!
Doğup büyüdüğüm o şehrin her sokağında kendimi görüyorum kanat çırptıkça. Yorulmuyorum… Aksine her kanat çırpışımda kendimi daha rahat hissediyorum. Ürkek bakışlarım daha da cesaretleniyor. Herhangi bir şekilde anılar biriktirdiğim tüm köşelere bakıyorum gökyüzünden.
Uçsuz bucaksız gökyüzü maviliğinde ahenkle dans eden bembeyaz bulutların arasından geçiyorum. Hayatımda hiç hissetmediğim kadar özgür hissediyorum kendimi. Meğer ne denli tutsakmış aslında insanlar diye düşünüyorum. Simsiyah ruhların, karanlık kötülüklerin, acımasız ölümlerin arasında zincirlere bağlı insan. Bu tutsaklığın acısını duyumsuyorum serçe yüreğimde.
Biraz sonra çalan telefon kendime getiriyor beni. Serçe yüreğimde hissettiğim acı, insan yüreğime transfer oluyor birden bire. Elektrik tellerinin üzerindeki serçelerin gittiğini farkediyorum sonra, pencere önünden ayrılıp telefonuma doğru giderken.
Telefonu açınca annemin sitem dolu sözleri doluyor birden kulağıma. Henüz kendime gelmediğimi ve her gün annemi aradığım saati geçirdiğimi farkediyorum. Merak edilecek bir şey olmadığını ve iyi olduğumu söyleyip kapatınca telefonu kendimi boşluğun içinde hissediyorum. Az önce bir serçe gözüyle çocukluğuma yaptığım yolculuktan mıdır bilmem, tuhaf bir his kaplıyor içimi. Tarif etmekte zorlanıyorum.
Yitirmekten korkup hep başucumda sakladığım çocukluğum, içine girdiğimde ne kadar acı veriyormuş, farkettim. Belki bugün yaşadığım tüm sağlık sorunlarının nedeni, o günlerdi. Sağlık sorunları… Birden bugün kontrole gitmem gerektiğini hatırladım. Son zamanlarda aksattığım kontrollerim yüzünden bana iyice kızmış olan doktorum, sıkı sıkı tembihlemişti: “Cuma günü de kontrole gelmezsen bir yerlerde düşüp kalmanın sorumlusu ben olmayacağım.”
***
Yine bugünkü gibi bir sabahtı. Huzursuz bir uyanışın ardından kalp çarpıntısıyla kendimi hastanede bulmuştum. O gün, çocukluğumun bana verdiği acı hediyeyi alma zamanı gelmişti. Hüzünlü bir şarkının sözleri gibi hissediyordum kendimi hastane çıkışında. Ne yapacağını bilmeyen, koskocaman dünyanın içinde kendini yapayalnız hisseden kimsesiz bir çocuk gibi saatlerce sokaklarda yürümüş, kendime bir çıkış noktası, hayatın üzerime yüklediği yükleri taşımama yardım edecek küçük bir umut kıvılcımı aramıştım.
Bulamadım…
Aradan geçen yıllar boyunca aramaktan vazgeçmesem de o çıkış yolunu bir türlü bulamadım. Etrafımda dost bildiğim insanlar olsa da, onların yanında bile kendimi yapayalnız hissederken, raydan çıkmış bir tren misali savrulduğumun ayırdına varmıştım. Trenin tek yolcusu bendim ve o savruluşta kapanması mümkün olmayan yaralar açılıyordu bedenimde.
Artık olduğum mekanın, içinde bulunduğum zamanın bir anlamı kalmamış, akıp giden günler beni farkında olmadan hatalara sürükler olmuştu.
***
Düşüncelerden sıyrılıp, üzerimi değiştirerek hastaneye doğru yola çıktım. O gün doktorun bana söylediklerini uzun bir süre sır gibi sakladım. Artık daha çok içine kapanık bir hale bürünmüştüm. Hayallerimin hepsi yıkılmış, bir çıkış noktası kalmamış gibiydi. Kendimi beni anladığını düşündüğüm şişelere bırakmıştım. O şişeden bardağa düşen her damlaya çaresizliğimi anlatıyor, suyla buluşan damlalar beyazlaşırken ben onlarla dertleşiyordum. En iyi arkadaşım şarkılar olmuştu. Bazen günlerce evden çıkmıyor, yataktan bile çıkmaya üşeniyordum.
Bir süre böyle yaşadım. Ama artık geçen her gün daha çok acı vermeye başlamıştı ve omuzlarımdaki yükü artık kaldıramayacağımı düşünmüştüm. Yine suyla buluşan damlalarla dertleşirken ve ben bu hayatın artık sona ermesi gerektiğini düşünürken farkında olmadan sürüklendiğim hatalardan belki de en korkuncunu yaptım. Gecenin sessizliği tüyler ürperten boyutlardaydı. En iyi arkadaşım olan şarkılar da susmuştu o gece. Ay ışıldamıyordu artık. Gözlerim sonsuz bir karanlığa mahkum olmuştu. Hiçbir ışık belirtisinin olmadığı sonsuz bir karanlık…
Bu satırları soğuk toprağın altında üşüyerek yazdım. Çaresizliğin, umutsuzluğun ve kaybolan mutluluğun sürüklediği soğuk bir toprak parçasının altından…