“
Gözlerimi göğe diktim ve gördüm ki, yeni bir hayat beni çağırıyor!
Morun en canlı hali ile kaplı evimden ayrıldım, minicik ayaklarım ile Mehmet’e geldim. Henüz genç yaşımızda iken, evlendik. Onu sevdim. Bir sigaranın tiryakisi idi, bir de benim. Bazı zamanlar sigarayı onun iki dudağından kıskandım. Nasıl keyiflenirdi içerken! Kıskançlığımı fark etmiş olacak ki, bir gün bir dal uzattı bana: ‘Bitsin şu husumet!’. Almadım.
Bir çocuğum olsun istedim, uzun yıllar bekledim. Mehmet ile beni dünya üzerinde yaşatacak güzel bir çocuk! O da istedi, canından bir parça. Sonra ne çok hayal kurduk, ne çok yıldık!
Son yılgınlığımda, ‘Mehmet, bitsin şu husumet’, dedim ve tam o an, onun o güzel üç parmağından sıyırdığım dal ile kıskançlığımı rafa kaldırdım. Narince yaktı sigaramı, uzunca izledi yüzümü. Tam, dumanların arasında birbirimizi zor seçtiğimiz esnada unuttuk nemiz varsa; yalnız, gülüştük.
Yıllar sonra, hiç beklemezken, oğlumuzu kucağımıza aldık. Mehmet, koştu durdu oradan oraya. O gün, bir başka öptü beni.
Oğlumuza ‘Ali’ dedik, ailenin göz bebeği ‘Ali’. En çok da babaannesinin biriciği.
Tam elli gün sonra, yeniden hamile olduğumu öğrendiysem de, kimseye inandıramadım, Mehmet’e bile. Uzun yıllar ‘kısır’ benzetmesi ile bana, yaşam neden böyle bir güzellik sunardı ki? Kalbimle istemiş olacağım ki, bir de kızım oldu. Mehmet’in gözleri, o gün son kez parladı.
Mis kokulu kızımıza da ‘Fulya’ dedik, tam solacakken çiçek gibi yeniden yeşersin diye. Öyle cılız, öyle narindi ki Fulya, ağladığını bile anlamazdık.
Ali şımartılırken, Fulya, çocukluğunu abisinin gölgesinde geçirdi. Henüz ortaokul çağında iken bir gün, kendisine epeyce büyük gelecek bir elbise girdi hayaline. Abisine nazaran, benden ilk ve tek isteği, o elbise idi. Büyüdüğü zaman giymesi şartı ile isteğini geri çevirmedim. Üniversite çağına gelinceye değin sabretti, hiç dokunmadı elbisesine. Elbiseyi üzerine geçirdiği o ilk gün, gördüm, evden çıkar çıkmaz annesi gibi gözlerini göğe dikti; artık yeni hayallerin ve yepyeni bir hayatın peşinden gitme vakti idi!
Ailenin bir dediği iki edilmeyeni Ali, şımarıklığı bir yana, aklından her ne geçerse onu yapıyor, maruz kaldığı tüm öğütleri kulak arkası ediyordu. Onun doğrusu, küçüklüğünden bu yana yalnız ‘kendisi’ idi. Doğrularının peşinden koşan ve asla boyun eğmeyen taze hukukçu Ali, 1980 İhtilali ile tamı tamına yirmibir gün mahpusta kaldı. Yirmibir gün, benden yılları götürdü. Oğlum orada, kızım Ankara’da idi. İkisinden de ayrı kalamazdım, çok korkmuştum. Mehmet’ten kızımızı yanımıza almasını istedim, kalktı, Ankara’ya gitti. Fulya, abisine yardımcı olabilmek ümidi ile, babasının yanında gelmedi ve okuluna devam etti. Ben içine düştüğüm koca boşluk içinde dört dönerken, herkes için doğru olan buydu.
Yirmibir günün sonunda, Mehmet hastalandı.
…
Günler ayları, aylar yalnız birkaç yılı kovaladı.
Şimdilerde bir düş gibi hatırladığım, en güzel günlerimin sahibi Mehmet, henüz yaşanacak sevinçlerimizi kucaklayarak kollarımdan uçup gitti; toz bulutu misali, beni sarıp sarmalayan o güzel gökyüzüme doğru, yavaşça yol aldı.
Onca yıl sonra düşünüyorum da, ne güzel hayalimdi, canım Mehmet! Çocuklarının her ikisi de eğitimlerini tamamlayıp birer meslek sahibi oldu, evlendi, ayrıca bir gün onu görebilmek sevinci ile üç tanecik de torunu oldu. Burada olsa, ne çok severdi onları!
Hala, arada o masmavi, derin deniz gökyüzüme bakıyor, şu zamana kadar kazandıklarımı biriktirerek minicik ayaklarım ile yeni güzelliklere doğru usanmadan yol alıyorum; yaşamam ve anlatmam gereken daha çok şey var, biliyorum!
”