Tanıdığın birileri ölmeden, ölümün acı çığlıklarını duyamaz, mor dalgalarını hissedemezsin derdi annem. Hiçbir zaman ne dediğini anlamak için uğraşmadım. Çok pişmanım!
Benliğim canlı cesedimin içinde gömülüyken, ruhum kaldığı yerden devam etmeye çalışıyor. Şimdi o çığlıklar çalar saatim, mor dalgalar güneş ışığım oldu. Gecelerimse benliğime konuk oldu…
Yüce bir sıfatı gökyüzüne gömüp, yüksek dağlarda açan bir kır çiçeği olarak ben, yitirilmenin koyu siyah çukurlarına giden dar dehlizinden geçmiş, elinde kalan hüznün ıstırabına aldırmadan ilerliyorum. Tek dilekleri; yapraklarındaki beyazları kirlenmesin isteyen kalabalığın, hayatın tam ortasına düştüklerindeki acizliklerini görmek olan bir grup tenhanın bulunduğu yerden geliyorum. Yüreklerindeki kırmızıya bulanmış ufacık ovalar, sonbaharın pırıltılı yağmuruyla bile temizlenmiyor.
Buradakilerin ise çamaşır suyuna batırılmış pis kokan hayalleri, yamalı anıları ve keselemekten canları çıkmış huzurları var. Birinin yamasındaki bir söküğü, bir başkasının iştahlı elleri tamir ediyor; öbürünün gözlerindeki herhangi bir umut ışığı, bir başkasının yaşama sevinci olabiliyor…
Ölümden sonra yaşam denilen bu enstantanenin tek kötü yanı, vadinin karanlıklarından gelen esintinin kulaklarınızı donduruyor olması. Henüz huzura erişmemiş insanların boş vaatleri, saçma sapan intikam oyunları ve göz göre göre yaptıkları hatalar ise bizlerin köy seyirlik tiyatrosu…