Canhıraş çığlıklarla gözlerimi açtım. Geceydi. Fakat mağaramın taş duvarlarında koyu kızıl bir ışık oynaşıyordu. Anında ayağa kalktım. Başımı mağaradan dışarı çıkarmamla, yoğun bir sıcak hava dalgasının yüzümü yalaması bir oldu. Orman yangın yeriydi. Ağaçlar, otlar, hayvanlar ve bir ormanda var olabilecek diğer her şey alev almış yanıyordu. Boynuzları tutuşmuş bir geyik belirdi önümde. Birkaç saniye durakladı. Başını benden yana çevirdi. Sonra son bir gayretle devam etti koşmaya. “Kaç” diyordu sanki bana. “Kaç kurtul buradan!” Birkaç metre sonra acıyla yere yığıldı habercim. İnimden çıktım ve nereye gideceğimi bilmeden alevlerin arasında koşmaya başladım. Duman gözlerimi ve genzimi yakıyordu. Sürüngenler toprağa mı gömülseler yoksa ağaçlara mı tırmansalar, karar veremiyorlardı. Bir kaplumbağa, sanki onu koruyabilirmiş gibi kabuğunun içine saklanmıştı. Bir kuş sürüsü kendi dillerinde bağrışarak başımın üstünden geçti. Yanan dalların çıtırtıları, panik içinde kaçışan hayvanların çığlıklarına karışıyordu. Koştum… Koştum… Koştum… İçgüdüsel olarak, yıllardır aynı evi paylaştığım komşularımı takip ediyordum. Bir süre sonra tamamen yolumu kaybettim. Alevlerin arasında etrafa bakınırken, ileride yangından nasibini almamış bir tepe gördüm. Arkamda asırlık ulu ağaçlar birbiri ardına devrilirken, kalan gücümle öne doğru atıldım. Ağaçsız tepeye vardığımda bir kayanın dibine çöküp öksürmeye başladım. Gözlerimde biriken yaşlar yüzünden etrafı bulanık görüyordum. Dönüp hala cayır cayır yanmakta olan ormana baktım. Beni hesapsız-kitapsız bağrına basmış, yıllar boyu korumuş, saklamış, beslemiş, bir anne gibi bana bakmış ve büyütmüş olan ormana… Onu kül eden yangını kalbimin derinliklerinde hissettim.
Sakinleştiğimde, bakışlarımı dizlerimin üzerine yerleştirdiğim, avuç içleri gökyüzüne bakan ellerime indirdim. Derimi kaplayan uzun kahverengi kıllar kısalmaya başladı. Sivri pençelerim kısa tırnaklı, ince-uzun parmaklara dönüştü. Dönüşüm tamamlanmıştı. Ağaçsız tepede çırılçıplak oturan bir insandım artık. Ayağa kalktım. Tepenin yamacında bir şehir uzanıyordu. Hantal adımlarla tepeden indim ve patika bir yolda yürümeye başladım.
Soğuk betona ayak bastığımda bir an nefesim kesildi. Her yanı sarmış parlak ışıklar gözlerimi yaktı. Taşlaşmış bir ormana girmiştim sanki. Ağaç yoktu. Toprak yoktu. Hayvan yoktu. Sadece insan vardı. İnsanların kullandığı büyük metal araçlar, toprağın üstünde kayan sürüngenler gibi hızla geçip gidiyorlardı. Bir tanesinin altında ezilmekten son anda kurtuldum. Yolun ortasında durmuştum. “Şş, adama bak lan!” “Aaa, pis sapık!” “Anadan doğma lan bu!” “Sallandırıcaksın böyle bir iki tanesini bak bakalım bi daha yapıyolar mı!” Bana yadırgayarak bakanları ben de merakla incelemeye başladım. Ormana kaçtığımda henüz bir çocuktum. Buna rağmen insanları ve konuştukları dili unutmamıştım. Sakallı birkaç adam kalabalığı yararak bana doğru koşmaya başladı. Yüzlerinde öfke, ellerinde parlayan bıçaklar ve satırlar vardı. Küçük bir balta beni ıskalayarak arkamdaki bir adamın kolunu sıyırdı. “Irz düşmanı pezeveng! Anamız bacımız var lan it!” “Hayvan”ı uyandırmak akıllıca bir seçenek olmayacaktı. Nispeten daha karanlık olan bir ara sokağa kaçtım. Küfürleri ve silahlarıyla peşimden geliyorlardı. Sırtıma saplanmak üzere olan bir bıçaktan sola kayarak kurtuldum. Şimdi zikzak çizerek ilerliyordum. Sola döndüm. Sonra sağa. Sonra tekrar sola. Bir süre daha koştuktan sonra durdum ve bir sundurmanın altına saklanıp arkamı döndüm. Yoklardı. İzimi kaybettirmiştim. Derin bir nefes aldım. “Doğa Ana’ya şükürler olsun!” Geceyi geçirecek ıssız bir köşe bulmak için yavaşça yürümeye başladım. İleride, bir sokak lambasının dibinde üç iri kıyım adam, yerde yatan cılız dördüncüyü dövüyorlardı. Müdahale etmeyi düşündüm, vazgeçtim. Zemin kattaki bir evin balkonundan bir pantolon ve ceket aldım. Aynı şeyleri tekrar yaşamamak için kıyafetleri alelacele giydim. İki binanın arasında yere serilmiş kirli bir örtünün üzerine kıvrılıp gözlerimi kapattım. Tekrar açtığımda eski bir parka giymiş bereli bir adam elindeki sopayla göğsümü dürtüyordu. “Burası benim yerim! İkile!”
Uyandığımda biraz ötedeki orta yaşlı bir adam kendini yakmaya çalışıyordu. Bidondaki sıvıyı başından aşağıya boca etti ve diğer elindeki çakmağı tehditkar bir ifadeyle salladı. “Yakklaşşmayın lan! Yakarım kendimi!” Etrafındaki kalabalık git gide büyüyordu. Ayağa kalkıp ters yönde yürümeye başladım. Sağlı sollu dükkanlarla dolu geniş bir caddeye çıktım. Bir vitrinin ardında “televizyon” adı verilen büyük, ışıklı kutular yan yana dizilmişti. Hepsinde aynı görüntü vardı. “Gece yarısı başlayan yangın, on hektarlık ormanı kül etti.” diyordu bir masanın ardında oturan kısa saçlı kadın. “İtfaiye erlerinin saatler süren müdahalesi sonucu, alevler sabaha karşı beş sularında söndürülebildi. Olayda kundaklama şüphesi olduğu belirtiliyor.” Ekranda çok iyi tanıdığım, ama şimdi bir kül yığınına dönüşmüş olan bölge gösteriliyordu. Bazı insanlar konuşuyordu. Altında uyukladığım, sırtımı gövdesine yasladığım yaşlı çınar ağacını gördüm sonra. Devrilmişti. Gözlerim karardı. Ellerim cama yapışık halde dizlerimin üstüne çöktüm. İçimdeki hayvanın uyanmak için çırpındığını hissediyordum. “Kundaklama”… Bu kelime, yangının insanlar tarafından çıkarıldığını gösteriyordu. Ama neden? Beyaz gömlekli bir adam kapının eşiğinde belirdi. Beni şöyle bir süzdükten sonra “Şşş, napıyosun birader?” diye çıkıştı. “Hadi naş!” Televizyondaki görüntü değişti. Şimdi, karısını ve üç çocuğunu doğradıktan sonra evin damından atlayıp intihar eden bir adamın yüzü kaplamıştı ekranı. Dükkandan uzaklaşırken midemin guruldadığını duydum. Acıkmıştım. Burada avlanamayacağıma göre, bir yerlerden yemek bulmak gerekiyordu.
Bütün gün, burnuma çalınan kokuları takip ederek şehirde boşuna dolaşıp durdum. Çöpleri karıştırdım. Lokantaları ve dükkanları dolaştım. Yiyecek bir şeyler istediğim herkesten kesin bir red cevabı aldım. Hatta bazen alaylar, küfürler ve iteklemelerle birlikte. İnsan dilini konuşmakta zorlanıyordum ve bu da işleri daha kötü hale getiriyordu. Hava kararmıştı ve ben açlıktan ölüyordum. Bitap bir şekilde dolanırken, diğerlerinin aksine karanlığa gömülmüş bir dükkanın önünde durdum. Yaklaştım. Cam kapıya “Yatsı’ya gittim dönecem” yazılı bir kağıt yapıştırılmıştı. Etrafıma şöyle bir bakındım. Sokak tenhaydı. Sert bir dirsek darbesiyle camı kırdım ve içeri daldım.
Duvarları kaplayan raflarda renk renk, çeşit çeşit paketler dizilmişti. Küçük, yeşil bir paketi aldım, hızla yırtıp içindeki dikdörtgen bisküvileri yemeye başladım. Birden eşikte genç bir adam belirdi. “Napıyosun ulan sen?” Paketi bıraktım. Hızlı adımlarla yanından geçmeye çalışırken, ceketimin yakalarından tutup beni karşı duvara doğru savurdu. Kafama birkaç kutu düştü. Ben ayağa kalkarken adamın arkasına birkaç kişi toplandı. “N’ooldu Halil abi? Hayırdır?” diye sordu bir tanesi. “N’olacak, bu it benim dükkanı soymaya çalıştı!” diye cevap verdi öndeki. Yüzünde çapraz bir yara izi vardı. “Beni rahat bırakın…” diye fısıldadım nefes nefese. Belinden çıkardığı sustalı bıçağı tek hamlede açtı. “Bırakmazsam n’olacak lan?!” Diğerleri tehditkar bakışlarını bana dikmiş bekliyorlardı. Bıçaklı herif yaklaşırken kaslarım gerilmeye, kalbim daha hızlı atmaya başladı. İçimdeki hayvan uyanıyordu. Yapabileceğim birşey yoktu. Birkaç saniye içinde dönüşüm tamamlandı. Karşılarında savunmasız bir insan değil, vahşi bir hayvan duruyordu artık. “SİZE BENİ RAHAT BIRAKIN DEDİM!”
Gözleri büyüdü, renkleri sarardı. Kaçmaya başladılar. Dükkan sahibini bıçağı tutan elinden yakaladım. Bileğini kırıp, sivri dişlerimi omzuna geçirdim. Dışarı çıktığımda birkaç tanesi kaçmaya devam ediyordu. Peşlerinden koştum. Birinin üstüne atlayıp yere yapıştırdım. Diğerini tişörtünden yakalayıp duvara fırlattım. Bir başkasını diz kapağından ısırdım. Kana, şiddete doymuyordum. Üstüne çıktığım adamın yüzünü parçalamak için, pençemi havaya kaldırdığımda, durdum. Duyduğum siren sesleri yüzünden değil, daha fazla kan dökmek istemediğimden. Adamı bırakıp neredeyse dörtnala koşmaya başladım. Arkamda üniformalı polislerle geniş bir caddeyi geçerken, sırtıma saplanan bir merminin acısıyla durdum. Sırtüstü yere düştüm. Karanlık gökyüzünde bütün ihtişamıyla parlayan dolunayı gördüm. Gülümsedim. Kim bilir kaçıncı kez, yine bir dönüşüm geçiriyordum. Hayvandan insana… Hangisi daha vahşiydi? Hayatta kalmak için kendini savunan “Hayvan” mı; yoksa sırf öyle istediği için doğayı ve hayvanları katleden “İnsan” mı? Peki ama, insan da bir hayvan değil miydi zaten? Yorulmuştum. Düşünceleri zihnimden uzaklaştırıp derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapadım. Öldüm.
Zekeriya Ünal
Kaynak: http://kirlisuyu.blogspot.com/