Sabaha birkaç saat kala açıyorum gözlerimi İstanbul’a. Sokaklar sessiz, yollar ıssızken çıkıyorum dışarıya. Ellerim cebimde hafif yağan yağmur eşliğinde yürüyorum. Sokağı aydınlatan lambanın altında izliyorum sigaramın dumanını. Sonra yine devam ediyoruz gölgemle birlikte yürümeye.
Güneşin doğuşunu fark ediyorum. ‘’Selam olsun yeni doğan güneşe’’ diyor Kız Kulesi…
Martıların çığlıklarıyla ilerliyorum yoluma, sonra bir simit alıyorum yiyemeden düşüyor elimde, tıpkı düşen umutlarım gibi… İşte bu şehirde düştü umutlarım bir sabah aynı bunun gibi… Eğilip de almadım yerden, sevmem gideni geri getirmeyi…
Kabataş’tan adalara giden vapurun sesiyle uyanıyor vazgeçemediğim şehir. Neydi beni ona bağlayan diye düşünüyorum. İstesem de gidemiyorum, kaçamıyorum bu şehirden. Çok kez denedim, gittiğim yerlerden geri döndüm hep. Yarım kalmış duygular mıydı beni geri getiren yoksa İstanbul’un güzelliğimi hiçbir zaman bilemedim. Kavgam sende, sevdam da, umutlarım da, hüzünlerimde…
Düşüncelerimin en gizli dehlizlerine hapsolmuşken kendime geliyorum bir İstanbul sarhoşunun naralarıyla. Onu da sarhoş eden sen misin İstanbul ?
Vazgeçemediğim şehir, söyle bana, neydi sende ki sihir ? Şimdi ben de kapıyorum gözlerimi, yüzüme vuran boğazın rüzgarı eşliğinde ‘’İstanbul’u dinliyorum… ‘’