“Yakışıklı amca” ismini takmışlar mahallede, anlatıp dururlardı. Hakikatten de yakışıklı, artist gibi bir adammış. Görenler seyre dalar, sokaktan geçtiğini duyanlar camlara çıkarmış. Bir bakan, sevaptır deyip, dönüp bir daha bakarmış. Ben, gençliğine yetişemedim, bir fotoğrafında gördüm sonraları. İnce bir burun, çakmak çakmak gözler ve sırma saçları ile pek de güzel bir bakış atmıştı. “Dedikleri kadar varmış” dedim içimden. Hayat bu ya, şahsen tanışma şansı da yakaladım kendisiyle. Pek kibar, pek beyefendiydi.
İlk defa dükkanında karşılaştık. İşinin ehli, maharetli bir berberdi. Bir sigara yakar, o sigaradan bir fırt çeker, çayından bir yudum alır, öyle başlardı tıraşa. Elleri, makasının şıkırtısıyla beraber saçlarınızın arasında meltem gibi dolaşırdı. Samimiydi, hoşsohbetti. İşi bitince lacivert çerçeveli bir ayna getirir, şaheserini gösterirdi. Para istemedi hiç benden ki; paraya pek de önem vermezdi zaten. Gerçekte neyin kıymetli olduğunu bilirdi.
Bütün mahalleli tanırmış O’nu, vaktinde herkese bir iyiliği dokunmuş. Hatrı bitmez, hali ise her dakika sorulurmuş. Kimse kendisinden selamı sabahı eksik etmez, çayını hep bir ısmarlayan bulunurmuş. Müşterileri kapısında bekler, bir gelen mutlaka bir daha gelirmiş. Saçı sakalı uzamış kocaları bayram arifelerinde eşleri evden kovar, tıraşlarını yapsın diye O’na gönderirlermiş; ama aslında hanımlara maksat tıraş olsa da, erkeklere daha ziyade muhabbetmiş.
Biri erkek biri kız, iki çocuk babasıymış. Kızı “ellerim fıstık kokuyor baba baksana” dermiş, birden bire bakkalda bitiverirmiş bizim yakışıklı amca. Fıstığın yanında bir de çikolatasını alır, eve öyle dönermiş. İki çocuğundan, gözlerinin içine baktığı dört tane de torunu olmuş. Koyu Fenerbahçeliymiş. Bulmaca çözmeyi sever, güzel tavla oynar, Bülent Ersoy’u dinlemeye doyamazmış.
Lakin hayat, pek bırakmamış yakışıklı amcanın yakasını, payına düşen çileden biraz fazlasını çekmiş. Hem kendisinden, hem başkalarından dinledim o hikayelerini. Çocuk haliyle yarı aç yarı tok gezip karda yalın ayak simit sattığı günler, yollarının kötü insanlarla kesiştiği dönemler, ihtilaller, depremler ve kanser. Yıpranmış, yorulmuş haliyle; ama kimseye kin tutmamış, yüreğini hiç bozmamış. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldıysa da, örnek bir hayat yaşayıp zamanı gelince, geç de olsa, güzel bir ata binip gitmiş.
Herkes kulak kesilmişti. Beyaz keten örtülü masanın etrafındaki arkadaşları üzerinde yavaşça göz gezdirdi, kadehini elinden bıraktı. Saçlarına aklar düşmüş, yüzündeki çizgiler daha belirgin bir hale gelmişti; ama her ne kadar yaşlanmışsa da, yakışıklı amcadan bahsederken yine çocuktu: neticede hatıralara zaman tesir etmiyordu. Gülümsedi. O da, yakışıklı amca da oradaydı, herkes gibi dinliyordu. Masmavi gözleri, yüzünde o tatlı gülümseme, sırtında her zaman giydiği hırkası ile yakışıklı amca, dedesi, karşısında oturuyordu. Bir yudum daha aldı rakıdan, sustu. Anlatılması gereken çok şey vardı; ama kelimeler gerçekten bazı anlamlara gelmiyorlardı. Dedesiyle göz göze geldi, ne diyebilirdi ki?