‘’Derinine işlediğin büyük günahların korkusudur hüzün. Bunu unutma olur mu ? Ve bizi güzel hatırla. – Düşüyorum… Tutunmalısın. – Sesini duyamıyorum… – Dünya insanların ikiyüzlülüğünden örülmüş bir buz tabakası. Üşüyorsun. – Sesimi duyuyor musun ! Burası karanlık. Seni hissedemi…’’ Gözlerini karanlığa irkilerek açtığında masa lambası hala yanıyordu. Teninin ıslaklığından odanın kesif karanlığı duydu. Ne zaman uykuya daldığını hatırlayamadı. Basık perdelerin arasından soğuk bir mavi, sabaha karşı 5:37’yi vuruyordu. Ağır adımlarla doğruldu yataktan. Terlemişti. Ne gördüm ? Bir sigara yaktı. Mutfağa ağır adımlarla yürüdü. Susamıştı. Geri döndüğünde basık perdeleri açtı. Yeni bir günün başlamasını yorgun gözleriyle izledi. Masanın üzerinde dünden kalma notlar gözüne ilişti. Açık birkaç kitap. Gözü çekmeceye kayınca geriledi. Bu günü nasıl yeneceğim ? Sigarayı küllüğe bastırıp yatağına uzandı. Gözünü tavana dikerken gördüğü rüyayı anımsamaya çalıştı. Yorulmuştu. Birisi boğazını sımsıkı sarmıştı sanki. Kulağında hala yankısını duyabiliyordu. Ve o melodi. Duvara karşı dönüp gözlerini kapadı. Güneşin evine gittiği bir zamanda uyanırım. Sokaklar ? İnsanlar gibi bekleyebilir. Dışarının gürültüsü yalnız yürüdüğü zamanlarda onu tedirgin etmiyordu. İnsanların yüzüne bakmadan ağır adımlarla yürüdü. Sanki bir şeyi yitirmişte unutmuş ve geri dönmeye hazırmış ifadesi vardı yüzünde. Şu dilenci adam bunu anlamıştı. Neden dilenirler bu soğukta ? Onlarında kendilerine göre oynaması gereken bir rolü vardı çünkü. İşte şu kadın. Evden beklerler onu. Kocası gelmeden yemeğini hazırlamak ister. Bir evi vardır. İnsanlar ve oyunlar. İğreti. Sürekli bir devinimde kendini tekrar eden soğuk rutin. Ben nereye gidiyorum peki ? Bir benim mi gideceğim yer yoktu da, kendi rolümü oynayamayacaktım ? Adımlarını hızlandırırken bir sigara yaktı. Caddeden karşıya otobüsün gelmesiyle hızla geçti. Aceleci dünya. O kadın yine bağırıyordu. ‘’ On tane yara bandı bir lira !’’ Günbatımını hissediyordu. En çok bu mevsime yakışıyor günbatımı. Doğayı benim kadar seven var mıdır ? Bu beton kütlesel şehirleşme de bile mi ? Ne var sanki. İnsanın bakış açısı değil mi önemli olan ? Ben şu sokaktan geçerken duvarların eski kalıntılarını yaşarım. Kaldırımında hüzünlü iki çiftin ayrılığı sinmiştir. Acısını ben yaşarım. Aynı sokaktan binlerce farklı insan geçer. Bir çöpçü çöp kovasında atık kalmış mı onu kontrol eder. Bir dilenci şu köşenin insanların gelip geçebileceğini, daha verimli olabileceğini düşünüp bütün duygu sömürüsüyle o köşeye kurulur. Ben ? Benim acelem yok. Yinede yalnızlığını duyduğu vakitlerde bir şeye kızıp adımlarını hızlandırırdı genç adam. Bu o anlardan biriydi. Sigarasını kaldırıma tükürür gibi attı. Gecenin gelmesi mi onu böyle melankolik yapıyordu. Aldırmadı. Paltosunun yakasını kaldırıp ellerini cebine koydu. Vakit gecenin ilerleyen saatlerini vurduğunda, metronun karşısında donuk bakışlarla durmuş, kafasında ki düşüncelerle oyalanıyordu.. Yürüyen merdivenlere doğru ilerledi. Artık insanlar duruyor, merdivenler ise yürüyordu. Zaman mı değişmişti yoksa insanlar mı ? . Bu zamanda duygular birer ceset, kelimelerse kör, kötürüm, yitikti. İnsanlar ve onların yürekleri, beyinleri, fikirleri, hareketleri, sözleri, aşkları, sevgileri ve cesaretleri kaplumbağa fanusları kadar sığdı. . Tüm bunların aksine istasyonlardı derinleşenler bu zamanda. İçerisi sessiz, etraf ise ıssız, genç adam merdivenleri inmeye ve yürümeye devam etti. Ta ki istasyonun en derin noktasına ulaşıncaya dek. Gelecek olan metro sonuncu olmalıydı. Başıboş bir gecede, kafasının içinde düşünceler köpürüyordu. Neden? Metroyu neden beklediğine dair hiçbir fikri yoktu. Doğru! Eve gidecekti. Fakat metro aksi istikamete gidiyordu. Neden; birden vazgeçti. Ya da zaten hiç eve gitmeyi düşünmemişti. Alıştığı gibi yapmış, ayakları çocuğu metro istasyonuna sürüklemişti. Adam düşüncelere serbest dalışta idi. Ne gitmek ne de kalmak istiyordu. Düşünceler, düşünceler… Sıkıldı, daraldı, boğuldu. Yine midesi bulandı. Bekleyemedi daha fazla. Yürümeye başladı. Aklında bir müzik çalıyordu. Kendini yine ayaklarına teslim etti. Tabelada bir ok işareti, yanında da “Kuzey çıkışı” yazdığını gördü. Öyle ya, zaten hep kuzeye gitmek isterdi, “Kuzey Çıkışı”na yöneldi. İstasyon çok geniş ve uzundu. Sağ kanadı soldan ayıran kolonlar vardı. Ve bu kolonların üzerileri ne yapacağınızı söyleyen levhalar ile doluydu. Önlerimize örülmüş duvarlar, hayatlarımıza konmuş sınırlar, fikirlere vurulmuş prangalar, hepsi bu levhalardaydı.. Kuzeye doğru yürüdü de yürüdü, fakat değişen bir şey görmedi. Yasaklar aynı yasak, yalnızlığı aynı yalnızlıktı. Havada bile bir değişiklik olmadı. Ne daha soğuk, ne daha sıcak. Ayrıca hani şu çok bahsedilen kuzey rüzgarları bile yoktu. Oysa yeterince yürümüş olmalıydı kuzeye. Meğer hikayeler masal, masallar ise büyüleyici yalanlarmış. Yalanlardan, yasaklardan, masallardan yorulduğunu hissetti. Durdu artık. Durdum mu bir daha yürüyemez, sustum mu bir daha konuşamaz, bir defa sardığında kolları sevdiğini, ömür boyu bırakmazdı. Her şeyin gerçek ve doğru olmasını istedi. İçinde sessiz çığlıklar ölüp ölüp dirilirken yüzü raylara dönük sarı çizginin üzerinde durdu! Arkasına dönmek, levhaları ve verilmiş tüm ültimatomları selamlamak istedi. Kaşlarını çattı, topuklarını birbirine vurarak asker gibi nizami bir şekilde dönüp eliyle selamladı levhaları. Karşısındaki kolonda diğerlerinden daha büyük olan “Sigara içilmez!” ve hemen altındaki yazıda içilmesi halinde dört bin bilmem kaçıncı maddeli yasayı çiğnemiş olunacağından suç işlemiş olacağınız yazılı olan levhayı gördü. Elini cebine atıp paketini çıkarttı ve küstah bir izmariti dünyanın bütün kurallarına lanet ederek ateşledi. Özgürlükleri çiğneyen dört bin bilmem kaçıncı yasayı çiğneyerek 6 milyar suçludan biri olmak, özgür olmak istedi. izmariti parmaklarının arasında sıkı sıkı ezdi, iki elini bir maestro gibi havaya kaldırdı. Karşısında sanki herkesin ne yapacağını bildiği dev bir orkestra vardı. Fakat ne yapacaklarını bildikleri halde hareket etmiyorlar, gözleri genç adamın üzerinde dikkatle bekliyorlardı. Bu sırada istasyonun diğer ucundan bir görevli sıkı adımlarla ‘Hey! Hey! Burada sigara içemezsin’ diyerek genç adama doğru yürümeye başladı. Adam umursamadı, yönetmesi gereken bir orkestra ve tüttürmesi gereken bir sigarası vardı. Parmakları arasında ezdiği izmaritten özgürlük dolu bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve kollarını büyük bir zarafet ile hareket ettirdi. Hareketiyle birlikte orkestra aklındaki müziği kusursuz bir şekilde çalmaya başladı. Bu özgürlüğe giden yolun marşıydı. Genç adam önemli olanın varış değil yol olduğunu düşündü. Birden istasyonda yalnız olduğunu yeniden duydu. Bu müthiş uzaklık canını sıktı. Sigaradan birkaç nefes alıp rayların üzerine attı. Güvenlik görevlisi yanına gelmeden arkasını dönüp yürümeye koyulmuştu. Sıkılmıştı bu oyundan. Eve mi gidecekti ? Yoksa yine düşlerin derin olduğu o loş dumanlı meyhanenin birinde boşluğa düşmeye devam mı edecekti ? Zamana karşı telaşa kapılmış bu tabela suratlı gürültünün arasından ağır adımlarla tenha sokağa saparken, toplumun onu ötekileştirip yalnız kalmaya zorlamasına öfkeliydi. Neden yürüyemezdi sanki bir çift insanların arasında yalınayak avare ? Son günlerde çok mu kırılgandı ? Bütün düşlerin tükenip, gecenin soluk siyahında bir kadının fısıldadığı kelimeleri hatırladı, ‘’İnsanlar, onlar için bir şeyler yapmayı bıraktığınız anda değiştiğinizi söylerler. Artık eskisi gibi olmadığınızı..’’ Umurunda mıydı ? Olmasaydı burada olmayacaktı. Ait olamamaktan, gideceği bir yeri olamamaktan bahseden kadının yüreğine vurduğu ızdıraplı prangalar ! Bir sigara yakıp tenha sokağa döndü. Sokak lambalarının yumuşak aydınlığını duyuyordu. Yürüdü. Yankılanan ayak sesleri. İşte şurada gerçek bir tabela. Işıkları yanıp sönen, bu çağıran aydınlığında, Rıhtım Meyhanesi yazıyordu. Sorgulayanlardan değil, içinde düştükçe biriken bütün soruların fazlalığından ibaret bir mekan. Uzakta bir kadının titreyen sesini işitti. ‘’On tane yara bandı bir lira !’’ – İnsanlar artık yaralarını bunlarla sarmıyor teyze. İşte bir başkası ! Sarmak için yaralarını şu loş ışığın altında kanatıyor daha da fazla. Rıhtım. Uğurlamak. Kapıda bir süre bekledi. Sigarasını atarken aklındakileri kovmaya çalışan yüzünün yansımasını gördü meyhanenin buğulu camında. İşte insanlar ona baktığında bu bir çift donuk bakışlı adamı görüyordu. Gerisinde ki boşluklardan bihaber yanından geçerlerken, onlarda durup düşünmüşler miydi ? Boşluklar. Boşluk. Düşüş. ‘’On tane yara bandı bir lira !’’ Acaba o kadının da yaraları var mıydı ? Var tabi be adam. Bir kadın, gecenin bu soğuğunda çocuğuna ekmek götürmek için başkalarının yarasını sarıyor. – Eve gidip okusam mı ? Hayır. Dışarıda bir yerlerde hayat devam ediyordu. Bir adam karşıdan karşıya geçerken bir kadına laf attı.Cadde üzerinde bir otobüs gıcırtıyla durağa yanaştı. Acelesi olan bir otomobilden korna sesleri yükseliyordu. Elinde paketleri olan bir adam evine yetişmeye çalışıyordu. Bütün bunlardan kaçıyordu. Her günkü rutubet kokulu odasından, işte şu kadının titreyen sesinden, ilerde ki caddenin gereksiz kalabalığından ve.. Kafasını kaldırıp yansımasına baktı. Kendisinden kaçan bir adamın, yeryüzünde arayıp bulamamasından ziyade çabasının boşunalığından. ‘’On tane yara bandı bir lira !’’ Bu kadarı da fazlaydı. Rıhtım yazısını gördü yeniden. Bu gecenin son ve kesin kararını verdi. Birkaç kadeh içip kendini de uğurlamanın vakti gelmişti bu yeryüzünden. Artık şu melodi bir dursa. Derininde bir yerlerde hüzünlü bir kadının iç çekişine eşlik eden keman sesi. Kelimeler.. Yorgun ve solgun adımlarıyla içeriye girip barın en köşesine oturdu. Cebinden küçük not defterini çıkardı. Bir sigara yaktı. Kalem.‘’Yolun sonu intihar olan yalnız bir adam için yaşam, kalabalık bir gereksizliktir.’’