Yazarken, ansızın o sen hareketleri aklım gelip de içinden bir an derin bir pişmanlık sızısı yükselince, ne yapıyorum ben, diye sorardım kendime. Sonra bu sızı beni ele geçirmesin diye, hayır, ben en doğrusunu yapıyorum, ikimizin iyiliği için böyle olması gerekiyor, deyip o mükemmel doğrulanma, kafamdaki o oluşturduğum o örmek iyilik idealime sarılırdım. Ve içimdeki sızıyı usulca dindirir, sonra da kaldığım yerden yazmaya devam ederdim.
Bu geceyi de ona ayırmıştım. O, bu gece, ruhumun kaçamak yerlerinde istediği gibi dolaşabilirdi. Bu gece pişmanlıklar hiç olmadığı kadar uzağa kovulup, kafamda tasarladığım belki de yanlış olan doğrular, bizi bir arada tutmaya gücü yetmeyen iyilikler bizden uzaklara, o gizli karanlıklara çekilmeliydi. Bu gecem sadece onundu. Bu güne ait hatırlamam gereken ne varsa ben ve ondan ibaret olacaktı. Islak, karanlık ve ıssız sokaklar bizimdi. Sokak lambalarının altında birbirimize sarılarak yürüdük. Her şey bildik ve tanıdıktı. Korku hudutlarına çekilmiş cesaretim tekrar eski yerini alıyor, hayata duyduğum güven çoğalıyordu. Eve giderken attığımız her adımda kaldırım taşlarının üzerinde biriken su birikintileri cesaretimi suluyordu. O mutluydu, ben de mutluydum. Biz diyebilmenin verdiği mutluluğu taşıyordum içimde. Onunla ilgili kurduğum hayaller, onu sıkacak türden değildi. Yaşamını ipotek altına almadım hiçbir zaman. Ayrılığı hatırlatan kelimelerden hiçbirinin o geceyi tanımaması ne büyük bir mutluluk.
Mevsimsiz Sohbet’ten
https://twitter.com/arpaslanbudak