Geçen her günün farklı bir şey getirmemesi, hayatımın rutin olduğu anlamına gelmez ama hepsini toplayınca aynı hayatın parçaları, bir rüyanın yaşanmışlığa dökülmüş hali. Bütün bir gece sürdüğünü sandığım hikâye, bir andan ibaret olduğunu sonradan –uyumaya beş kala- öğrendim. O rüyayı tekrar görmek için tekrar uyumak mı gerekiyor? Gerekmiyor.
Uykusuz geçen gecenin dili kâğıt kalemle açılıyor. Sessizliği yutarak başladı gecenin hikâyesi. Onun için söylenen tüm şarkıların, sözleri içinde tutmayı denedi ve her seferinde rengi bira daha koyulaştı.
Yıldızlar ne güzel! Hem bu gece bulutlar da yok, gökyüzü bana ait. Boşluğa doğru çizilmesi gereken hayallerim var. Yaklaşsam, dokunacak kadar yakınım sanki. Bu gece de uyumayacağım, direneceğim uykuya aklım için, yıldızlara asılı düşüncelerim var.
Uyumak ve tekrar aynı şeyleri –ya rüyayı ya kâbusu- görmek istemiyorum. O günlerden sonra hiçbir uykuda yatağımda bulamadım kendimi, sayfalarda onu aramak –yoksa hala anlatmak istediklerim mi vardı?-, hiçbir yere ait olamadığımı hissettiriyordu.
Varsa geçmiş diye adlandırdığım herhangi bir şey, yanı başımda çay içiyoruz beraber. Onca yıldır içilen yalnızlık kahvesinin acısını çıkarıyoruz beraber. Ne zamanlar eskittik zamanında, geri gelmeyen akıp giden zaman, içime doğru akıyordu sanki aslında. Bir kaçış değildi bu, gerçekle yüzleşme şeklim.
Bir manzaranın hayalinin çiziyorum, eğri büğrü yaşadıklarım bir kenara, yaşayamayıp hayalimin kursağında kalan onca anı bir kenara, yıkık duvarların yeni hayali yüzleri. Göreceliydi bu duvarlar. Herkes farklı gördü. Ben de seni gördüm.
Mevsimsiz Sohbet’ten
https://twitter.com/arpaslanbudak