Camın öte yanındaki adamın ceketinden görüyordum yansımamı, bulutların değil de güneşin yağmur yağdırdığı şehirden ayrılmak üzereyken, kim bilir adam da gidecekti belki, yahut bekliyordu gitmiş olanın geleceğini. Bir ceketteki kendime bir de batmaya yüz tutmuş güneşe bakıyordum. Otobüs gelmek üzereyken, yağmur serpiştirmeye devam ediyordu. Kulağımda hep yeni türkü oldu buradan her ayrılışımda, “dönmek” derdi, “mümkün mü artık”… Sonra emanet ederdi, okulunun duvarını, sokakları, ağaçları ona, o her kimse, o bir kimse olmadan önce dinler, emanet ederdim ben de aynılarını, onun haberi yokken. Onun haberi olmadan daha neler yaptım ama, yoktu. Bu bir ayrılış değil, kaybedişin öyküsü…
Bir şehirden ayrılmak hiçbir duygu katmıyorsa artık, kaybedilmiş demektir duygular…
Güneş kanamaya yüz tuttuğunda otobüsteydim. Kalktı kalkacak. İnsanlar var, çocuklar, kadınlar, belki daha önce rastlamışızdır, aynı kaldırımlarda, ama bu, engel olamıyor onlardan soyutlanmama, kulağımda artık başka notalar var. Bir şehirden ayrılışımı değil, kendimi kaybedişimi yazıyorum. Kelimelerim bir şehirden ötekine göçüyor, göçüntülerimi süslüyorum.
Güneşe bakıyorum gözümün en çıplak hâliyle, kör olma pahasına bir aşk bu.
Ve gidiyoruz sonunda, sanki şehir de hareket halinde, ama ters yönlere gidiyoruz. İçindeki onca bina ve insanla birlikte, hareket ediyor koca şehir. İnsanlara rastlamamak için güneşe bakamıyorum, hemen sağımda ay, dolunay. Nasıl bir riyakarlık şu insandaki, aya değil, güneşin yansımasına bakıyorlar, onda bir başkasını arıyorlar, her zaman yaptıkları ahmaklık, oysa ay, dolunay…
Oysa, insanlar riyakarlık yapadursun, asıl aşk, ayla güneş arasında…
Bense tüm bu aşk hikayeleri arasından en aşksız olanını yaşıyorum. En azından yaşıyorum. Denedim, nefes de alıyorum. Hem güneş de saklandı dağların ardına. Hava kararacak, kulağımdaki güzel kadın susmasın. O dahi farkında; “söyle, nereye kadar tutabilirsin kendini, böyle sımsıkı ve yalnız…”. Ben yine notalara gömüldüm, kendimi dinliyorum, diğerleri konuşmayı sökememiş.
Duymazsın seslerini insanların, onların yanında değilken, kimse yanında değilken…
Akşamın dansını gökyüzünde ay yapıyor, hava kararırken, ay parlıyor, güneşten söz eden yok. Benden de söz eden olmadı. ‘Kendi kendine’yim. Oturduğum yerden yolları eskitiyorum, kendi kendime. Oturduğum yerden atıp tutuyorum kendi kendime. İtiraz eden yok, okunmadığından, olumlayan da. ‘Yok’ ile ‘nötr’ü birbirine benzetiyorum; itiraz eden yok, duygularım nötr.
Kapkaranlık bir bulut kümesinin içine sokuluyoruz, belki hava karardığından öyle zannediyorumdur, ama hiç aşina değilim bu kapkaralığa. Her yerde fabrika görüyorum, beton yığını, haliyle sıkıyor canımı. Ama ovalar fabrikalardan daha güçlü, ağaçlarda karışırsa işe, bertaraf ederler tüm bu rezilliği. İnsan olmak rezilliği…
Kızılok çalıyor şimdi fark etmeden, işte, insan olmak güzelliği…
Sevdiğim kelimeler var, insanları değil, kelimeleri sevmeye başladım nicedir. Eminim hiç biri uğramadı şu yeni yapılmış sevimsiz ‘terminal’e. Küçük şehirlere büyük terminaller yapmasınlar diye nereye başvuracağız söylesin biri, buralarda otogar vardı, güzel değildi otogarlar, ama terminaller küçük şehirlerden büyükler. Şu terminal, bu laf kalabalığından daha tenha.
Neyse ki yola devam ediyoruz. Ne yazık ki yola devam ediyoruz…
Ne zamandır böyle bir yolculuğun hayalini kuruyordum. Onca iş, iş, iş arasında boğulurken, yola çıkmalıyım demeye başlamıştım. Yola çıkmayı neden ister insan, hiçbir yere götürmüyorken yollar? Belki denize çıkmadığından çamur atıyorumdur yollara. Öyleyse hak ediyorlar! Yolculuğu değil, denizi arzuluyorum. Deniz, çocukluğumun en yakın arkadaşı çünkü. Çocukluğumu denizde bulurum belki. Bu saklambaç hiç bitmedi, onu hiç bulamadığımdan, ne beceriksizim…
Bu otobüs çocukluğumdan geçmiyor, inecek müsait bir yeri yok bu yolların…
…