Bu gece; yaşanmış, yaşanmamış veyahut yaşanamamış onca şeyi koydum bir kutuya. Bugüne dek tanıdığım, ya da yanlış tanıdığım kim var kim yoksa o kutuda.
Ben bu gece; yüreğimi çıkardım koydum önümdeki masaya. Sevmezsin diye beyaz ışığı, zifiri karanlığa boyadım geceyi. Mumlarımla aydınlattım biraz biraz. Tütsülerimle ahenk kattım. Ve açtım şarabımı.
Sana içtim. En başa… Annenin rahmini terk ettiğin güne, ve bensiz geçirdiğin, sensiz geçirdiğim bir güne daha içtim. Yapıp yapıp, birer birer yıktığım, yaktığım umutlarımı koydum önüme. En güzellerini seçtim. Tuhaftır ki umutlar, küle de dönse yeniden yakılabiliyor. Bir kez daha yaktım hepsini. Çünkü ben hep korktum. Sahip olmaktan, ait olmaktan korktum hep.
Geçtim sahiplik eklerini. Bir olmak korkuttu beni. Defalarca kez yakıp yıktığım adamın kalbini bir kez daha kırabilme ihtimalim korkuttu. O yüzdendir nerede olabileceğini tahmin dahi etmeden, gidebileceğin yerlere gidişim. Ve yine korkup hiçbir kapıyı çalmadan geri gelişlerim. Sırf birkaç saniye de olsa görür müyüm diye düşündüğümden. Uzaktan; incitme, acıtma ihtimalim olmadan sevmek istedim seni.
Ellerimmiş gibi rüzgar okşasın istedim saçlarını. Herkes mutlu yıllar diye tebrik ederken seni, ben yanıbaşında olup da incitmekten, incinmekten korktum. Yoksa sen, uyurdun belki. Çıkar gelirdim bir yerden yanına. O kadar da zor değildi. Ya da üzerinde mumlar yanan pastanı ben getirirdim sen hiç beklemezken. Kızardın belki, sinirlenirdin fazlasıyla. Belki de sevinirdin. Severdin yeniden beni. “BU KEZ BAMBAŞKA” Belki sen şehrini, ben ve kedim için terk ederdin yine. Belki biz, küçük ama kocaman bir aile olurduk. Küçücük iki kalbe kocaman bir sevgiyi tepiştirirdik. Boğazımıza kadar aşka batardık belki. Belki ayrı geçen saniyeleri sayardık. “100’e kadar sayar ve kapıyı açardım belki. Karşımda sen!” Belki de ben baştan başa sen olurdum. Biz olurduk belki. İkimiz… Pardon üçümüz, Çino’yu unutmayalım 🙂
Belki ben bu kadar korkmasaydım kendimden, kalbimden bu kadar korkmasaydım bu satırların yerini bambaşka satırlar alırdı. Göğüs kafesimdeki kuş, senin göğüs kafesindeki eşini kucaklamak için çırpınır dururdu. Korkmasaydım bu kadar; sen burada olur, omzumdan bakardın ne yaptığıma. Belki gözlerime bakardın. Sonra bir anda döner “Bana kek yap!” derdin. Ben heyecandan uyuyamazdım bütün gece ve ertesi gün tam saatinde önünde olurdu o kek. Hiçbir zaman gidemediğimiz sokaklara giderdik belki. El ele yürürdük günün birinde.
Bu kadar güvensiz olmasaydım kendime yazamazdım bunları. Belki daha erken yazardım. Belki yazmaz, karşına çıkar da anlatırdım bir bir. Konuşmana izin vermeden… Sen konuştukça sana kızıp her şeyi anlatırdım bir bir. Ne bir başkasından duyardın içimdekileri ne de aramıza girerdi bir başkası.
Diyorum ya ben bu kadar korkak, aciz olmasaydım.
Geride kalan 24 saati sensiz geçirmek değildi planım. Ama bir an bile görmedim yüzünü. Kokunu hiçbir sokakta bulamadım.
Bu kadar korkak olmasaydım ben
Soyadını adı bellediğim adama defalarca seslenirdim şuan. Yaklaşık 1 yıl önceki gibi. Sesleneyim ki unutmayayım adını. Yani soyadını.
Affet.
Gelişlerim, gidişlerim, incitişlerim, acizliğim,
Her şeyim için affet beni.
Affet gitsin.
Çünkü hayat o kadar kısa ki,
Bugün affetmezsen beni,
Belki bir daha af dileyemeyeceğim senden.
Belki düşmüş,
Belki ölmüş olacağım.
Belli mi?