Gökyüzü gibi, deniz gibi derin bir belirsizlik çökmüştü hayatımıza.
Sonsuzluğu korkutuyordu hissettiklerimin. Bir sebebi olmalıydı bütün bu olanların.
Karşımda duruyordun. Sırayla hayatlarımızdan bahsediyorduk ; önce birbirimize ince detaylarını anlatıyorduk mesleklerimizin; sonra da ne kadar boş ve sıkıcı olduklarını…
Önce hayattan bahsediyorduk sonra anlamsızlığından.
Sevmiyorduk aslında diğer insanları, rollerimizi , yönetmenlerimizi..
Herkesten şikayet ediyorduk.
Önce nefret ediyorduk, öfkeyle konuştukça ise; bağışlıyorduk hepsini beraber.
Saatler geçirdikçe bağışlıyorduk herkesi ve öfkemiz yüzünden tanrıdan af diliyorduk.
Son zamanlarda düşünmeye başlamıştım, galiba yaşadıklarımızı bağışlayabilmek geçmişimizi affedip kurtulabilmek için birbirimize ihtiyaç duyuyorduk.
Belki de beraber nefret ettiklerimiz beraber var olduklarımızdan daha fazlaydı. Birbirimize tutunmaya çalıştığımız duygu sevgi değildi başka bir şeydi.
Sen gittikten sonra evdeki bütün kitapları tekrar karıştırdım, hepsini neredeyse yeniden okudum.
Oturup izlediğim bütün filmleri, kafama kazıdığım cümleleri, altını çizdiğim paragrafları, sevdiğim şarkıları her şeyi ama her şeyi düşündüm.
Kendime dair ne biriktirdiysem döktüm ortaya bir sebebi olmalıydı.
Zihnimin derinliklerinde kaybolmak yetmiyordu hiçbir zaman. Genelde aşk hissiyatım birinin beyninde kaybolmak istemekle başlıyordu.
Her şeyi ama her şeyi sormak istiyordum. Bana yaşadığın her şeyi önce anlatmalıydın sonra sana kafama takılan yerleri için sorular sormalıydım.
Hissettiklerini eski aşklarını kıskançlıklarını kayıplarını hepsini dinlemek istiyordum. Ve sana kendimle ilgili hiçbir şey anlatmak istemiyordum.
Sana hiçbir şey anlatmama gerek olmadığını biliyordum. Beni nasıl anlayabildiğini anlamaya çalışıyordum.
Öylesine kaybolmuştum ki beni sevip sevmediğinin hiçbir önemi kalmamıştı. Sana sormak istediğim binlerce soru vardı ve en önemsizi bana olan duygularındı.
Beni sevme ihtimalinin olmadığını tahmin ediyordum ama ölüm kadar tehlikeli bir inkâr gecelerimi rahat bırakmıyordu.
Gözlerime kaçamak bir bakışının değmesi yetiyordu.
Evimin duvarlarına baktıkça beni çözebiliyordun. Kendimi anlatmaktan o kadar yorulmuştum ki insanların beni tanıyabilmesi için onlarca tablo asmıştım duvarlara.
Evin her köşesine binlerce ipucu bıraktım. Belki sana aşık olduğumu anlarsın diye.
Gittin.
Zihnimde binlerce cevapsız soruyla kalakalmıştım.
Yılların sığdığı eve ben sığamadım.
Her zaman gittiğim kuaförde buluverdim kendimi.
Naif elleri uyutur gibi okşuyordu saçlarımı küçük gözlü kalfanın. Derinliği derinliğime geçiyordu.
Bir hikâye, yaşından çok büyük gözüken bakışlarında sıkışıp kalmıştı.
Hayata dair derin acıları olan insanlar birbirilerini tanırlar.
Yorgunlukları çakışır. Nasıl olduğu bilinmezdir.
Küçük kuaför dükkânın içinde gözlerimi ondan alamıyordum.
Yarım kalan hikâyesi gözümde canlanıyordu.
Küçük elleriyle yoğun bir ısı eşliğinde dokunuyordu saçlarıma.
Büyük bir salondan bozma dükkân hiç boş kalmıyordu. Gözlerim onu izlerken uzaklaşıyordu hikâyesinden geniş tavana aklım takıveriyordu.
Caravaggio’nun Şüpheci Thomas eseri tavana baktıkça gözümde beliriyordu.
Dört bir yanı aynalarla çevrili herkesin kendine hayran olarak baktığı dükkân daha çok Caravagio’nun “Narsist” tablosunu anımsatıyordu.
Fakat Caravaggio’ nuın dâhice resmettiği, H.İsa ‘nın bilge, dingin ve ona inanmayan Thomas ‘ a karşı,
öfkesiz sakin ifadesi aklımdan çıkmıyordu.
Zihnimde tablonun içindeki ışıkların arasında yaşıyordum. Hikâyesi olmayan tavanı izledikçe, suretler beliriyordu gözümde ve o eşsiz ressamın gerçekçiliği hepimizin üstüne bir bulut gibi çöksün istiyordum.
Tablodaki suretlerin hiçbiri aklımdan çıkmazken o küçük çocuk belirdi yine önümde.
Zihnimdeki o sonsuz merak dur durak bilmiyordu. Dayanamayıp yaşını sordum.
-“ Onsekiz “ dedi.
Tahminimden o kadar küçüktü ki ona bu denli olgunluk veren hikâyesini sormaktan korkmuştum.
Anlaşılır gibi değildi. Bunca tecrübesizlikle nasıl oluyordu da on yıllık bir meslektaşı gibi davranabiliyordu.
Hikâyesinin temeli iki yarım kalmış insanın bir araya gelmesiyle başlamıştı.
Dünyada ki en büyük talihsizliklerinde biridir. Kendine bile hazır olmayan insanların birbirlerine büyük törenlerle hazırlanıp sunulmaları.
Dünyaya binlerce yaralı kalp kaldı o törenlerden.
14 yaşında çalışmaya başlamıştı. Oturdukları eski mahallede ki eczane de kalfa olarak işe başlamıştı.
Varoluşunda yarayla gelmişti, dünyayı tanıdıkça aslında büyüdükçe yaralanmıyordu.
Varoluşundan gelen yaraları anlamlanıyordu.
Yaşadığı acılar ondan yeni bir yara açmıyordu, içinde çoktandır var olan anlamlandırmadığı acı, yerini buluyordu.
Gelip yerleşiyordu başucuna. Hayat daha katlanılası bir deneyim oluyordu.
Aşık olduğu kızın peşinde kendini bir kliniğin kemoterapi odasında bulmuştu.
Mahallede kalfa olarak başladığı kariyeri sevdiği kızın peşinde şekillenmişti.
Her sabah kendine doğru yapıp yapmadığını soruyordu. Vazgeçtiği kalfalığın bu kadar değerli olduğunu bunca yıl fark edememişti.
Yaşıtları gideceği okulu seçmek için yarış halindeyken o çoktan karar verdiği kariyerinin doğru olup olmadığını sorguluyordu.
Ama dediğim gibi başka çocuk olsa kaldıramazdı. 14 yaşında çalışmaya başlamış 16 yaşının ekim ayanda sarı saçlı bir kızın peşinde bambaşka bir dünyaya sürüklenmişti.
Toplasan 10- 15 yatağın olduğu bir odada tüm günü geçiyordu. Her gelen hastanın önce reçetesini alıyor, hikâyelerini dinliyor ve ağrılarını biraz olsun dindirebilmek için lokman hekim edasıyla ilaçlarını hazırlıyordu.
Bedenlerini umutsuzluğun sardığı insanlar için umutlar besliyorlardı.
“Moral” diyordu doktorlar “moral hastalarımız için çok değerli”
Bütün gün diğer hastaların hikâyelerini dinliyor aralarından en güzellerini seçip sevdiği kıza anlatıyordu.
Beraber saatlerce sohbet edip en güzel hikâyeleri seçip, kimi zaman yetersiz kalıp kitaplara başvuruyorlardı.
O aslında bütün bunları aşık olduğu için yaptığını sanıyordu. Kısmen haklıydı
Varoluşundan yarayla geldiğini bilmiyordu henüz.
Bilgi ile bilgelik arasındaki fark gibi mesela demiştim ona anlatmaya çalışırken.
Bilgi insanlar tarafından üretilip tüm insanlığın kullanabilmesi için dünyaya serpiştirilirler.
Bilgelik insan tarihiyle eşdeğerdedir. Yaradılışından gelir ekleyemezsiniz, azaltamazsınız
Acısının derinliği bilgeliğinden geliyordu.
Büyüdükçe yaralanırdı diğer insanlar, onun ise büyüdükçe varoluşundan gelen yaraları anlamlanıyordu.
Gün içinde hastalara ilaç veriyor ve acılarını dindirmelerini biraz olsun yardımcı olduğunu düşündüğü için kendini iyi hissediyordu.
Mutluluğun yolu insanları iyileştirmekten geçiyor diye düşündü.
Ama yardım edemediği sevdiklerinin kollarının arasından yitip gitmesinin getireceği sonsuz umutsuzluğu henüz tatmamıştı.
Saçlarıma dokundukça acısı geçiyordu tenime. Yine o Tuhaf sesli şarkıcı başka bir şarkısını söylüyordu;
Acıyı sevmek olur mu?
-Yine bir ekim ayı, dedi
Evet dedim seni deli gibi özlediğimi bu kendimi bulduğum küçük çocuğa anlatmak istiyordum.
Sonra yine devam etti, sustuk.
Sustuğumuz anlar cehennem gibiydi o da anlamıştı.
Kendimi biraz olsun güzel hissetmek için geldiğim bu kuaförde yine seni hissediyordum.
O küçük gözlü acılı çocuk saçlarıma dokundukça üçümüz beraber onun yasını tutuyorduk
-‘Peşinden gittiğim sarı saçlı kızı ellerimde yitirdim ‘dedi
Naif ellerinde gizlediği yeteneği değilmiş meğerse. Sadece sevdiği kızı değil dostlarını günlerce dinlediği hikâyeleri akıp gitmiş ellerinin arasında. Bizim kader çizgisi belirleyip heyecanla falcılara açtığımız avuçlarımız onun ise her bir çizgiye sıkıştırdığı hikâyeleri varmış.
Kanser hastasıydı kız da. Saçlarının döküldüğü her gün için ayrı bir öyküleri vardı.
Biri kulağıma evrenin bütün sırlarını fısıldasa ancak bu kadar şaşkınlık acı ve heyecan duyardım.
Şimdi milyonlarca saç tanesinin öldüğü avuçlarında, gamzesindeki çukurla kendine mi kadınlara mı mutluluk saçmaya çalışıyordu belli değildi.
Anlıyordum aslında. Bizler birbirimizi en başında da söylediğim gibi gözlerimizden tanırız.
Ve müthiş bir sabırsızlıkla birbirimizi dinlemek isteriz. Ağrı kesicisine koşan bir hasta gibi.
Birbirimizden beslenir ve çoğaltırız. Derinliği birbirine eşit olan insanlar yollarının kesiştiği noktada birbirlerinden ömürlerinin sonuna kadar kaçamazlar. Sevginin de üstünde olan bu boyut için bilgelik şarttır.
Bu ekim ayında benim ruhuma çoktan çarpmış olan ruhunu ömür boyu unutamayacaktım.
Küçücük bir çocuğun kimsesizliği de çakışıp kalmıştı derinliğimizde. Dinlesen onu benden de beter olurdun eminim.
Başkalarının sığlığında boğulup gidiyorduk.
Sarışın sevgilisini arayan naif elli kalfa esmer saçlarımla konuşur gibi saçıma yoğun bir ısı vermeye devam ediyordu.
Bense her saniye seni daha fazla özlüyordum. Seni sadece toplamda dört kere gördüğüm seni hayatımın en büyük aşkı ilan etmiştim.
Sense beraber geçirdiğimiz gecelerde sadece seninle sevişmek istediğimi zannediyordun.
Biraz köşesinden ruhumu göstermiştim sana. Biraz da olsa anlamanı bekliyordum.
Karşılıksız bir aşka 29 yaşımın ekim ayında düşmüştüm yine.
Kendimi çaresizliğin içinde ilk buluşum değildi ama bir çaresizliğin içinde, ilk defa bu kadar mutluydum.
Derinleştikçe derinleşiyordu sevgim,
Karşılıksız bir aşka düştüğümün farkındaydım ama derinliğimizin aynı olduğundan senin de bunu hissettiğinden çok emindim.
Bitirmem gerektiğini biliyordum, seni unutma turlarına sesini ilk duyduğum an başlamalıydım.
Bütün kelimelerim tükenip bitmişti ama umut hala çok yakışıyordu bizim hikâyemize
O küçük elli naif çocuk saçlarıma dokundukça yüzlerce hastasına dağıttığı şifa geçiyordu ruhuma.
Bende ona kendi hikâyemden biraz veriyordum.
Anlatmadım ama biliyordu o da anlamıştı. Bir dileğim vardı, benim acım da onun ruhunda hızlıca yerini bulmuştu
Şimdi dokunduğu saçlarda sevdiğini arayan o naif kalfa ile arıyoruz seni.
Bunca ruha bulaşmış istek geri dönemez.
Seni yeniden görmem an meselesi. Eminim.
-SON-