Sıradan bir acil servis nöbetindeyim. Bazen dertsizlik bende huzursuzluk yaratıyor. Hayatıma bakıyorum, yolunda gitmeyen hiçbir şey yok. Ama yine de bir hareket, bir olumsuzluktan olumluluğa giden tazecik bir yol istiyorsun. Başarı hissini sürekli taze tutmak gerekiyor sanırım. Biraz ara verince mutluluk ve başarı çok uzaklarda kalmış geçmişe ait bir şeymiş gibi kalıyor.
Bir hasta geliyor;
-Şikâyetiniz nedir?
-Öksürüyorum.
-Ne kadar zamandır öksürüyorsunuz?
-Üç-dört ay oluyor.
Gecenin üçünde dört aydır öksüren birini acile getiren sebebi düşünüp gülümsüyorum. O anda yaşadığım dünyaya müthiş bir yabancılaşma yaşıyorum. Ellerim bir yabancının elleri gibi işlem yapıyor bilgisayarda. O anda dünyada olmasaydım hiç kimsenin herhangi bir eksiklik yaşamayacağını sanıyorum. Kendi ellerim bile benden bağımsız hareket ediyorlar, onların bana bile ihtiyaçları kalmamış diye düşünüyorum. Birden polis aracı yanaşıyor acil kapısına. Uyuşturucu kullanmış ve kollarını kesmiş on altı yaşındaki genç bağrış çığrış kapıdan polis eşliğinde giriyor.
-Kim dedi lan size beni alın diye? Ben mi aradım sizi? Bırakın ananızın…… Bırakın ulan!
Polis nefretle, bıkkınlıkla ve bu işi daha önce yüzlerce kez yapmış olmanın verdiği alışkanlıkla delikanlının kollarını arkasından bağlamaya çalışıyor. Çocuğun geçtiği yerler kan oluyor. Geçtiği her yola günahlarını anımsatacak izler mi bırakır bu çocuk? Kolundaki damarın biri epey derinden kesmiş, hemen cerrah çağırılıyor. Polisler, doktorlar, personel hepimiz çocuğun başında merakla bekleşiyor, dikiş atılmasını izliyoruz.
-Ne bakıyorsunuz ulan ib…? Deli miyim ben? Ulan bana mı deli diyorsunuz siz? Kendinize baktınız mı hiç ağzına s….. Gecenin yarısı manyak mısınız lan? Delirdiniz mi? Gitsenize evlerine. Beni de bırakın evime. Bıraksana pez…. kolumu. Öldüremez miyim kendimi sanki? Sabah s…. olup evlerinize gitmeyecek misiniz hepiniz?
Hemen sakinleştirici vuruluyor çocuğa. Polisi biri:
-Ağzına ………..bak sen, sen ….. olup gitsen, biz de gideceğiz evimize. Senin gibilerin başını bekliyoruz sokaklarda. Rahat dur, diksinler şunu!
Polis yorulmuş, kapıya çıkıyor, bir sigara yakıyor, kapının önündeki hastane polisiyle bu gibi olaylardan sonra yaptığı geleneksel dertleşmesini yapıyor. Bunlar bitecekse yasaklayacaksın abi içkiyi, aile de çok önemli tabi, gençlerimizi zehirliyorlar.
Dikişler atılma işlemi tamamlanıyor. Herkes derin bir “oh” çekiyor. Polis “Peki, tamam tamam, sor bir bakalım, belki onda vardır” diyor ve çocukla birlikte bana doğru yaklaşıyorlar.
-Abla, bir sigaran var mı be? On dört dikiş atıldı.
Gözlerinin içini görünce sanki onun hiç görmemem gereken bir sırrına ortak oluyormuşum gibi rahatsız oluyorum.
-Al, al, buyur
Diyerek, ürkerek uzatıyorum paketi.
-Vay, Camel içiyorsun ha? Vay Camel’ci seni. Her şeyin en iyisini siz için zaten a……k….!
Çocuğu ifadesini vermek ve sabaha karşı evine göndermek için karakola götürmek için karga tulumba arabaya sokuyorlar. Arama hareket ediyor.
O anda öyle derin bir sessizlik oldu ki, anlatmamın imkânı yok. Ben öyle giden polis arabasına baktım. Sonra hastaneye baktım. İçime öyle derin bir acı çöküyordu ki, tarif etmemin gerçekten imkânı yok. İçim böyle kıyım kıyım kıyılıyor, gözlerim istemsizce yaşla doldu. Ellerim, gözlerim, gözyaşlarım, sadece ayda yılda bir içmek için aldığım kısa camel’ım hiç olmadıkları kadar benim oldular. Delikanlı gecenin başından beri kendimi hiç ait hissetmediğim yere, hastaneye çakıyor, mühürlüyor sanki beni. Kendimi o hastaneye bir daha hiç kopmayacakmış gibi bağlanmış hissediyorum.
1 comment
Tebrik ederim. Gerçekten ilgiyi hak eden bir çalışma, okurken yaşamdan aktardığı kesitler içinize işliyor. Tarif edemediğim duygular beni çok heyecanlandırır. Bu çalışmanızda şans eseri sitedeki yazıları incelerken çıktı karşıma ve tarif edemediğim bir duygu sardı hissimi. Başarılar.