Uçurumun kenarına kadar götürmüştü kadın onu. Soğuk ve rüzgârlı bir cuma akşamıydı. Ayın ışığı yetiyordu adamın yeşil, kadının siyah gözlerini görmeye. Ağızlarından çıkacak tek bir söz yeterdi her şeyi anlatmaya. Sustu adam, sustu kadın. Dalgaların kıyıya vuruşu ve nefes sesi hakimdi daha çok. Etrafa bakındı kadın. Adam ne yapıyor bu diye düşünürken kadın bira şişesi buldu. Oturdu uçurumun kenarına. Şişeyi yanına koydu. Adam arkasındaydı, onu izliyordu.
“Bak” dedi kadın. Elini şişeye götürdü, hafifçe itti ve şişe uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başladı. Paramparça oluşunu izledi. Adam kırılış seslerini dinledi.
“Sen beni böyle ittin işte.” dedi. “Kırıldım, paramparça oldum.”
Adam sustu. Yapabildiği tek şey de bu değil miydi zaten?
“Şimdi o bir şişe değil, cam parçaları sadece. Parçaları bir araya getirip yapıştırırsan belki… Ama sağlam olmaz, biliyorsun. Yeniden kırılır.” dedi kadın.
Adam kuvvetli bir iç çekti, sağa sola bakındı. Kırık bir şişe buldu. O da oturdu kadının yanına.
“Bak” dedi adam. “Ben kırıktım. Sen bana dokundukça kanıyordu tenin. Acı çekiyordun. Ama benimle olmanın her şeye bedel olacağını düşündüğünden bana dokunmayı seçtin. Bana yaklaştıkça kırık yerlerim batıyordu sana. Ben seni bu acıdan kurtardım. İlk seni attım, sonra kendimi. Beraber parçalandık.”
Ve elindeki kırık şişeyi aşağıya attı adam. İki şişenin parçalarının birbirlerine karışmasını izlediler. İkisi de sustu.