Kıymeti Kendinden Menkul Değerler Borsası’ndaki ilk iş günümdü. Geriye dönüp baktığımda zor olmuştu buraya kadar gelmek. Milyonlarca spermin arasından… Veya o kadar geriye gitmeden kaseti 17 yıl ileriye sarabilirim.
Zamanın önde gelen okullarını epeyce geriden takip eden bir lisenin sıralarında şekillendi karakterim. İdrar kokan koridorlardan sırasız sınıflara giderken gelecek insana pek parlak görünmez. Bir süre sonra rüyalarında hoca öldürmezsen yorgun uyanırsın. Ara sıra İstiklal Marşı’ndan kaçıp, kamu malına zarar da versek kahir ekseriyetle vatanını milletini seven delikanlı adamlardık. Paramızı concon kafelerine değil, cefakâr çay ocaklarına harcardık. O zamanlar hayvanlar için kapının önüne bir kap su falan bırakılmazdı, bırakılsa onu da yapardık! En büyük yeteneğimiz ise bir şeylerin bokunu çıkarmamaktı. Aramızdan bazıları mesleğini, bazıları karşıdaki lisenin kızlarını severdi. Ben genelde hiçbir şeyi sevmezdim. Evet, o zamanlarda duyarsız bir şahsiyettim; lakin umuda inanırdım. Sonra umut da kayboldu, karanlık ışığı soğurdu; renkler ve hayatın bütün albesini kapıyı sessizce çekip gitmeden önce, “Allah belanı versin, orospu çocuğu!” yazılı bir not bıraktı başucuma. Bana kalırsa, bu kadarını hak etmedim. Neyse ki, asla bana kalmaz. Tokatların, küfürlerin ve hocaların dayak malzemesi yaptığı lama eğelerin arasında lise bitmişti. Bir öykünün ilk bölümü gibi geleceğe dair ipuçları veriyordu hepimize ama biz sigaralarımızın küllerini biramıza atıp içmeyi tercih ettik; acelemiz vardı, artık mutlu olmak zorundaydık.
Yıldırımlar ve gökyüzünden sızan suların arasında büyük bir caddede açıyorum gözlerimi. Bacaklarım titreyerek birbirine çarparken, ciğerlerim ağzımdan çıkmak üzere. Deliler gibi koşuyorum! Onca korkunun arasında, koku alma duyumu anne gibi okşayan kestane kokusu bana neyi muştuluyordu? Hiçbir şeyi tabiî ki. Ensemde hissettiğim pis nefesten başka bir şeye önem vermemem gerektiğini biliyordum içgüdüsel olarak.
Hayata dair görüntüler iki yanımdan sinematografik bir ciddiyetle akıyordu. “İlk görüşte aşka inanmasam da saygı duyarım Kamil, ama son görüşte aşk nedir amına koyayım?” diye yanındaki arkadaşına serzeniyordu parasızlığına rağmen duygusal takılan şarapçı ve ben koşmaktan ölmemek için bir yere sığınmalıydım.
Sadri Alışık Sokak’a sapıp, hayallerimin kadınını görmezden geldikten sonra rahmetli dedemle aynı yaşta olan tahta kapıya omzumla yüklendim. Toplu taşıma aracındaki bir yaşlı amcanın edepsiz gence yer vermesi gibi itiraz etmeden açıldı kapı. Loş bir odanın içinde makyaj masaları sıra sıra dizilmişti. Pencerelerdeki eski ve yırtık perdeler bir şeyleri korkunç medeniyetin pençelerinden gizlemeye çalışıyor, içerideki hayatı dışarıya karşı mahrem kılıyordu. “Ben…kaçıyordum…kusura bakmayın.” Bir tebessüm bütün endişe bulutlarını dağıtırken nerede olduğumu anlayacak kadar oksijene kavuştu beynim. Bir zamanlar ışıksız, medyasız, bol kitaplı ve masallı gecelere dalmadan önce insanları eğlendiren kuklaların sığınağı haline gelmiş, henüz yıkılıp içine dönerci açılmayan eski bir tiyatrodaydım.
Burada işler bizim alışık olduğumuz gibi yürümüyordu. Yarı gerçek, yarı masal bir evrende değilsem, büsbütün sıyırmıştım. Burada bütün kuklalar Geppetto Usta’ya tapıyor, Pinokyo’yu ise peygamber olarak görüyordu. Elbette her Müslüman Türk çocuğu gibi bu duruma seyirci kalamazdım ve kalmadım da! Şahadet parmağımı havaya kaldırıp, “Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.” diye arkadaşları Hakk yoluna davet ediyordum ki, kuklaların şerifliğini yapan ve sağ gözü 1876 yılında Fransa’dan ithal edilen turkuaz renkli bir elbisenin aynı rengi taşıyan düğmesinden mamül şerif yavaşça kolumu tutup Hulusi Kentmenvari bir ifadeyle, “Evlat lütfen,” dedi. “ Biz burada polemiğe girenleri sevmeyiz.” Babacan tavırlı ihtiyar kukla karşısında mahcup olsam da belli edip erkekliğe bok sürdüremezdim. “Şerif, sen kral bir adama benziyorsun. Derdim zaten polemik değil. Misyonerlik nasıl bir şey merak ediyordum. Ayıptır sorması sizde İtalyan şarabı bulunur mu? Onu da çok merak ediyorum.”
Şerifin göbeğini tutarak attığı tok kahkaha bana ısındığını gösteriyordu. Loş bir koridordan zemini damalı olan gotik bir bara girdik. Herkesin aksine barda duran hatun kukla değildi, ben de kukla olmadığıma göre belki beni severdi. Peki, bu tam olarak ne zaman gerçekleşirdi? Belli değildi, lanet olsundu böyle işe! Dünya’nın varsıl yerlerinde semiren beyaz insanların göbeğine benzeyen iki kadeh sürdü önümüze. Bunun karşılığında bir şeyler yapmak zorunda olduğumu hissettim. Hemen daha önceden sardığım ve kalınlıklarıyla Afrika’da açlıktan ölen kara derili insanlara benzeyen sarma sigaralardan birisini ona ikram ettim. Bu jestimin karşılığı olarak kırmızı ruja boyanmış tebessümü gömleğimin iç cebine lazım olunca kullanmak maksadıyla koydum. “Bu arkadaşın adı nedir?” diye fısıldadım şerifin kulağına. “Buraya girerken adı dâhil her şeyini geride bıraktı,” deyip derin bir iç çekti şerif, “duygularını da.” Bu kızdan yâr olmaz, demek istiyordu şerif ama ben onun ayakkabılarını kapımın önünde görmek istiyordum. Birden bire yanımdaki tabureyi işgal eden şerif un çuvalı gibi yere yığıldı. “Şerif daha içmeden sarhoş oldu galiba.” dedim kıza yüzündeki iki kara deliğin buğulandığını fark etmeden. Boğazına takılan demir lokmayı yuttuktan sonra narin sesiyle durumu izah etti. “Kuklalar insanların beynindeki son hatıraları da unutulduğunda ölürler, şerif öldü.” Hakikaten kukla da olsa her canlı ölümü tadacakmış. İdrakimi yarıda bölüp devam etti kız, “büyük ihtimalle az önce yeni birisi şöhret oldu. Artık şerifin hatırasına kimsenin ihtiyacı kalmadı.”
Bu kadar hüzün gerçekten fazlaydı. Şerif için dedemle aynı cennete gitmesini ummaktan daha fazlasını yapamazdım. “Bana müsaade matmazel.” deyip, şerifin cesedine takılmadan sahneden uzaklaştım. Elimi kapının tokmağına attığımda ters giden bir şeyler vardı. Kapının tokmağı neden sıcaktı?
Beni bekleyen cehennemin kızıllığı çehremin meymenetsizliğinden daha yakıcıydı. Ancak buranın cehennem olması ampirik bilgilerimle uyuşmuyordu. Yüksek bir taşın üzerine çıkıp etrafı izlemeye başladım. Hayatımda bu kadar kalabalık bir kitle görmemiştim. Herkes karşıdaki dev ekranda sağ kanattan açılmak üzere olan ortayı izliyordu. Az ötemde duran yaşlı, sakallı ama kukla olmayan amcaya seslendim. “ Amca! Ne iş bu kadar insan toplanmış?” Elini sakalına götürüp umduğunu bulamamış misafir gibi kitleye bakarak cevap verdi. “Dünya’nın bütün işçilerini topladım ama umduğum gibi olmadı.” dedi sızlanarak. Yanına yürüyüp elimi omzuna attım ve “ amca üzülme,” dedim. “Biz de geçen yaz parkta arkadaşlarla toplanmıştık, sonra valilik parkı kapattı.” Makine uğultusuna benzeyen insan seslerinden çok sıkılmıştım, ayrıca belli ki amca benimle sohbet etmek istemiyordu. Arkamı dönüp sahneden çıkmak üzereyken amca mırıldandı. “ Anlamıyorsun genç adam,” dedi. “ Kitleler ezilmekten kurtulmak istiyorsa içlerindeki tecessüse kulak vermek zorunda. Onları buna nasıl yönlendireceğimi düşünüyorum. Belki şu anda değil, belki yakın gelecekte bile değil; ama insanlar bir noktadan sonra idraklerini kullanmazlarsa, her şey için çok geç kalacaklar ve o zaman benim bile bir tanrıya ihtiyacım olacak.” Teselli olur umuduyla amcanın omzuna hafifçe vurdum. Ben de bir şeyden emindim: Bir gün herkes 15 dakikalığına da olsa düşünecek!
İçime oturan öküzün kıpırdanmasıyla gözümü yeni bir sabaha açıyordum. Rüyalarında fikir âleminin bütün babalarını görmeyi adet edinmiş ben, dün gecede Marx ile ayaküstü sohbet etme fırsatına erişmiştim. Akıl sağlığı her geçen gün limanlarımdan uzaklaşırken ona engel olacak gücümün kalmadığını gösteriyordu bu rüyalar. “Delirmek daha iyi,” demiştim deli sözcüğünden pek haz etmeyen doktoruma. “Nasıl olabilir? Gerçekten ne dediğinizin farkında değilsiniz.” diye başlayan yadırgamasını, “en azından intihar etmekten.” diye yarıda kesmiştim. Uzman görüşlerinin ve Cipralex’lerin tükendiği yerden bildiriyorum: Burada hüzünler dize kadar!
Kıymeti Kendinden Menkul Değerler Borsası’ndaki masama yerleşip bir şeylere değer biçmeden önce tavanı akan Dünya’ya baktım bir müddet kafamı gökyüzüne kaldırıp. “ Eğer yeterince zengin olsaydım, sırf hayattan bir parça daha zevk almak için ya arkeoloji ya da astronomi okurdum. Böylece ya hep toprağa ya da gökyüzüne bakar, daha az insan görür, daha fazla mutlu olurdum.” diyen o kız geldi aklıma. Acaba yanımda durup benimle aynı kara bulutlara baksa mutlu olur muydu? Mesele mutlu olmak mıydı, öyle ölmek mi? Her yeni güne aptal rüyalarım ve cevap verecek dudaklara muhtaç sorularla başlamaktan çok yorulmuştum. İçime oturan öküzle birlikte sigaralarımızı söndürüp daha fazla ıslanmamak için masamın başına dönme kararı aldık. Önümde dağ taklidi yapan kağıtlara bakarken birazdan kaç adet insanı kahredeceğimi düşünüyordum. Şimdi yaptığım iş şu şekilde cereyan ediyor: Her şeyden önce siz bir hayal kurarsız ve bu hayalinizi resmi dile uygun Türkçeyle kaleme aldığınız dilekçeyle birlikte ilgili mercilere iletirsiniz. Kurduğunuz hayalin toplumun ahlak bütünlüğüne ters düşmeyecek şekilde olduğundan emin olunması için Terbiye Talim Kurumu’na bağlı komisyonlarda incelenir, sonrasında her hayal alanlarına göre uzmanların yer aldığı alt komisyonlara gönderilir. Her bir uzman komisyonu hayallere son olarak onay verdikten sonra onları havuza gönderir. İşte benim işim havuzdan sonra başlıyor. Havuzdan rastgele seçilen hayaller, pnömatik postayla önümüze gönderilir. Bana düşen ise kurulan hayalin, pratikte ne kadar kâr marji olduğunu, sistemin ve en nihayetinde büyük sistemin gereksinimlerini karşılayıp karşılamadığına bakmak ve gerçek olup olmamasına izin verilip verilmediğini ilgili kişiye bildirmek. Posta ücreti alıcıya girer!
Viyolonsel sanatçısı olmak isteyenden tutun, ayak fetişleri için mağaza açmak isteyenlere kadar kaç insanın hayallerine ortak oldum. Karakterin bir yerden sonra aşınmasına neden oluyor yaptığım iş. Okuduğum hayaller, benim hayallerime dönüşüyor; hayallerin başkalarına ait olunca hayatın da senin olmuyor. Allah’tan böyle şeyleri kimsenin siklemediği bir devirde yaşıyoruz ve birlik ve beraberliğe olan ihtiyacımız eskiye nazaran daha az.
Yaşadığımız şehirler ve oturduğumuz binalar birlikte olma ihtiyacımızı ortadan kaldırıyor. Artık aynı yığının sessiz parçalarıyız. Hepimiz kendi bacağından asılan koyunlarız ve insanlığımızdan süzülen kanlar banyo fayanslarının arasından geçerek gidere doğru akıyor. Bir melek görünüyor, tebessüm ederek, “yeter artık” diyor, “ hadi gidelim.”
Çağatay BAYIR-İstanbul