Gözlerimden akan yaşlar arabanın ön camını dövenlere karışıyordu. Ağlıyordum, ama üzüntüden değil. Hırsımdan. Beyaz Ford Fiesta’mla karanlık çevre yolunda hızla ilerliyordum. Seyrek aralıklarla dikilmiş sokak lambalarının çoğu bozuktu. Yolumu aydınlatan tek şey altımdaki arabanın güçlü farları ve ard arda çakan şimşeklerdi. Direksiyonun arkasındaki ibreye kaydı gözüm. 200 ile gidiyordum. “Ölmek için yeterli bir hız…” diye fısıldadım kendi kendime. Radyoyu açtım ve çeken bir kanal bulmak umuduyla boşuna tuşlara bastım. Sonunda sinir bozucu cızırtıdan sıkılıp tekrar kapadım. Başımı kaldırdığımda fosforlu bir tabelanın bana doğru geldiğini gördüm. Biraz yavaşladım ve yanımdan geçip giden tabelada yazılanları okumaya çalıştım. Sadece “Nüfus: 1.666” yazısını seçebildim. Biraz ilerde sık ağaçların altında çinko damlı tipik köy evleri görünmeye başladı. Kaç saattir yoldaydım? Nereye gitmeyi umuyordum? Ve nereye gelmiştim? Şimdi bana bir yıl gibi gelen birkaç saat önce, gün batımında -evet sanıyorum o sırada güneş yeni yeni batıyordu- babamla yaptığımız o bilmemkaçıncı kavgayı hatırladım.
Tam bir kavga denemezdi aslında. Bağıran-çağıran, eşyaları tekmeleyen ve kapıyı vurup çıkan hep bendim. O ise meşhur acıklı bakışını atmış, birşeyler mırıldanmış ve bu haliyle beni daha çok çileden çıkarmıştı. Her zamanki gibi. Zekam, becerilerim, parlak eğitim hayatım, hayal ettiğim işi yaparak kendi ayaklarımın üzerinde duruşum… Hiçbiri… Hiçbiri ona yetmemişti. Yetmiyordu. Bana her defasında acıyarak bakmasına engel olamıyordum. Diğerinden 3 santim kısa olan sağ bacağıma büyük bir kederle bakmasına… “Neden?!” diye bağırmıştım ona bu son kavgada. “Neden bana acıyorsun? Neden bana inanmıyorsun? Çocukluğumdan beri, ne zaman sana hayallerimden bahsetsem, o acıklı ifade gelip suratına oturuyor! Neden baba neden?!” Ve birkaç parça eşyamı toplamış, siktir olup gitmiştim. Bu son perdeydi, bir daha ölsem o eve dönmeyecektim. Bir meyhanenin önünde park edip, davetkar anason kokusuna dayanamayarak içeri girdim. Salonda sadece üç masa doluydu. Bir yerlerden Zeki Müren’in “Şeytana Uyduk Bir Kere”si çalınıyordu. Pencere kenarındaki beyaz örtülü bir masaya oturdum. Yanıma gelen garsona “Rakı getir!” dedikten sonra başımı cilalı ahşap duvara dayadım ve gözlerimi kapadım. Önce mezeler, ardından 33’lük rakı şişesi, bardaklar ve buz geldi. Yeri göğü aydınlatan şimşekleri izlerken kadehleri arka arkaya yuvarlamaya başladım. Üçüncü dubleyi bitirirken meyhanenin kapısı gıcırdayarak açıldı. Uzaklarda bir yere yıldırım düştü. Bir ses “Selamın aleyküm ağalar!” dedi, “ve aleyküm selam!” diye cevap verdi meyhane halkı. Sarışın ve renkli gözlü bir adam masama doğru yürüdü ve tam önümde durdu. “Müsaade var mı birader?” Benim yaşlarımda görünüyordu. Neden benim masama oturmak istediğini merak ettim bir an. Bu kadar boş masa varken… Cevap vermek yerine önündeki sandalyeyi gösterdim. Oturdu. Bir rakı bardağı istedi. Sonra benimle beraber içmeye başladı. Şüphesiz benden hızlıydı. “Sünger gibi” içiyor, yine de bana mısın demiyordu! İkinci 33’lüğe geçtiğimiz sırada “Eee, benim kim olduğumu falan sormayacak mısın?” diye mırıldandım. “Hayır.” dedi gözlerimin içine bakarak, “Çünkü seni tanıyorum.” Alaycı bir şekilde güldüm. Başka insanları tanıdığını zanneden insanlarla doluydu dünya. “Sen benim hakkımda ne bilirsin ki…” “Herşeyi.” diye sözümü kesti birden. “Hayatını, işini, diğerinden üç santim kısa olan sağ bacağını, küçük bir çocukken ölen anneni, babanı.”
Elimde rakı kadehiyle öylece kalakaldım. Bardağı kafama dikip tekrar masaya bırakırken “Peki sen kimsin?” diye sordum. İçkisinden bir yudum aldı. Arkasına yaslanıp yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle bana baktı. “Bana pek çok isim takıldı.” dedi. “Kimine göre Diablo’yum, kimine göre Mephisto. Lucifer… Albız… Azazel… İblis veya Şeytan. Sen seç.” “Hah, ben de Cebrail! Memnun oldum!” dedim elimi uzatarak. Yüzündeki gülümseme kayboldu. “Hiç sanmıyorum.” dedi ciddi bir şekilde. “Cebrail pek az yeryüzüne iner. En son yedinci yüzyılda Arabistan’ın Hira dağında görüldü.” Gök gürledi. Bir şimşek çaktı. Kısa bir sessizlikten sonra öne eğildim ve muzip bir ifadeyle “Madem sen şeytansın, ispat et!” diye fısıldadım. Masalara yığılmış mutsuz ayyaşları gözden geçirdikten sonra “Burada mı?” diye sordu. “Evet, burda!” Sesim düşündüğümden daha yüksek çıkmıştı. Öne eğildi, ceketinin yakasını sağ eline siperledi. Şıklattığı parmaklarının arasından cılız bir alev belirdi ve birkaç saniye içinde kayboldu. “Bismillahirrahmanirahim!” diye fısıldadım. Ayağa kalkmaya çalışırken bir zamanlar anneannemin öğrettiği “şeytanı kahreden dua”yı hatırlamak için beynimi zorluyordum. “Dur, dur, sakin ol! Otur.” dedi ellerini kaldırarak. Zaten yürüyecek halim yoktu. “Sana anlattıkları kadar korkunç değilim ben.” dedi gülümseyerek. “İnsanoğlu, kendi hataları için bir günah keçisi aramayı tercih etti hep.” Gözlerim kararıyordu. Başım dönüyordu. Ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilemiyordum. Bardağındaki rakıyı fondip yaptı. Bir şimşek çaktı. Sonra bir tane daha. Yağmur meyhanenin camlarını dövmeye aralıksız devam ediyordu. Kalan rakıyı bardaklarımıza boşaltırken “Sorunun ne olduğunu biliyorum.” dedi. “Baban… Seni tüketiyor… Eritiyor…” “Hıh! Babaymış…” dedim gözlerimde yaşlarla. “Babayı eşşekler ziksin!”
“İster insan olsun, ister melek; hiçbir erkeğin bir ‘baba figürü’ne ihtiyacı yoktur.” diye devam etti konuşmasına. “Birey olma yolundaki ‘Oğul’ ile ‘Baba’ arasında bir gün, bir çatışma çıkması kaçınılmazdır. Baba, erkeğin yolundaki bir engeldir. Ayağına vurulmuş prangadır! Kurtulmak gerekir.” Ellerini iki yana açıp arkasına yaslandı. “Bak bana! Babama karşı geldim. Onun cennetini terkettim. Mutsuz gibi mi görünüyorum?” Ön koltukta oturmuş, pencereden kayıp giden ağaçları, yolları, evleri izliyordum. Kısa aralıklarla çakan şimşekler aydınlatıyordu manzarayı. Arabayı o kullanıyordu. Benim aksime, zerre sarhoş olmamıştı herif. Yol boyunca hiç konuşmadan ilerliyorduk. Turuncu ışıklı ekranda saat gece üçü gösteriyordu. Köy evlerinin yerini apartmanlar, ormanların yerini yeşillendirilmiş küçük parklar aldı. Yedi katlı eski bir apartmanın -çocukluğumun geçtiği apartmanın- önünde durduğumuzda “Geldik.” dedi. Arabadan indim. Kederli sarhoşluğum yerini öfke dolu bir ayıklığa bırakmıştı. Kararlı adımlarla binaya girdim. Her zaman yaptığım gibi asansörü çağırmak yerine merdivenleri tırmanmaya başladım. “İblis” ise hemen arkamdaydı. Zili “bir alacaklı gibi”, parmağımı hiç kaldırmadan çalmaya başladım. Babam şaşkın bakışlarla kapıyı açtığında okkalı bir yumrukla adamı yere serdim. “Ne oldu baba?” dedim hole girerken. “Zavallı, topal oğlundan hiç böyle birşey beklemiyodun, di mi?” İblis yanıma geldi ve elini omzuma koydu. Belinden bir tabanca çekti, emniyet kilidini açtıktan sonra elime tutuşturdu. Gözlerini bana dikip “Öldür onu!” dedi. Silahı hala yerde olan babama doğrulttum. Elim titriyordu. Üzerinde pijaması ve korkmuş yüz ifadesiyle bana her zamankinden güçsüz, zayıf göründü. Zayıf ve karaktersiz… “O…Oğlum?” diye fısıldadı. Gözü bir kez daha kısa bacağıma kaydı. Öfkem katlanarak arttı. “Yap şunu!” diye bağırdı İblis ve etrafımda daire çizmeye başladı. “Seni hiçbir zaman tam bir erkek olarak görmedi! Seni sevmedi! Saygı duymadı! Hep bir utanç kaynağı oldun onun için! O ve ailesi için! Bakışlarıyla seni kendi bedeninde bir mahkum yaptı! Özgüvenini kırdı! Bir ‘sakat’tan başka birşey değildin sen ve hala da öylesin! Sağlıklı bir babanın sakat oğlu! Tam bir hayalkırıklığı!” “Yeter!” diye bağırdım kısa ayağımı yere vurarak. Koridorda yankılandı sesim. “Yeter tamam! Bunların hepsini ben yaşadım! Kendimi babama ispatlamak için yıllarca ben kıçımı yırttım! Bütün bunlar olurken sen yoktun yanımda! Bu işi de kendim halledebilirim!” Babamın alnına nişan aldım. Terleyen işaret parmağımı tetiğe yaklaştırdım. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapadım. “Affet beni oğlum.” diye mırıldandı namlunun ucundaki adam. “Yeniden başlayalım, temiz bir sayfa açalım…” “28 yaşındayım, ‘baba’!” dedim öfkeyle. “Çok geç…” Tetiğe bastım.
Dışarı çıktığımda şafak yeni yeni söküyordu. Kızıl gökyüzünü seyrederken derin bir nefes aldım. Tek başımaydım. Her zamanki gibi. Beyaz Fiesta’ma bindim ve nereye gideceğim konusunda en ufak bir fikrim olmadan gaza bastım.
Zekeriya Ünal
Kaynak: http://kirlisuyu.blogspot.com/