Aylardan Kasım, 2014 yılının son kırıntıları. Dışarıda güneş Akdeniz’e yaraşır biçimde kendini gösteriyordu. Zaman gökyüzünün maviden siyaha usulca geçmeye başladığı anı yaşıyordu.
Evin bir köşesine elinde kitabı-“Cehennem Çiçeği”: kitapların isimlerine aşık olmasının müsebbibi-kafasında düşünceleri ile yerleşti. Kitabın usul usul içine çeken yolculuğunda, o mola niyetine dışarıya göz atıyordu. 104 dairelik insanların birbirlerinin isimlerini dâhi bilmediği ama denize 500 metre mesafede olmasına rağmen içinde kocaman bir havuz barındıran “lüks” sitenin penceresinden. Daha doğrusu “Fransız Balkonu”ndan. “Fransızların iklimi balkonda vakit geçirmeye bizden daha fazla müsait olduğundan evimizin olmazsa olmaz yapısını onlardan almışız.” dedi kendi kendine.
Tam küreselleşen dünyanın kültürler ve insanlar üzerindeki etkisiyle ilgili düşüncelere gark edilecekken “Nereye gitti?” sorusuyla gerçek dünyaya mecburî iniş yaptı. Ses dışarıdan mı geliyor sorusuna cevap bulmak için harekete geçecekken gözlerinin önünde annesi belirdi. “Nereye gitti? Nereye kayboldu? Gördün mü?” gibi sorularla taarruza geçen annesinin soru bombardımanından en az yarayla sağ çıkmaya çalışıyordu. Birkaç saniye-kendisinin durumu kavramaya yetecek kadar-boş boş baktı.
“Anne, ne oldu?” sorusuyla kendisini savunmaya aldı. “Burada pul vardı, yok şimdi. Göremiyorum. Kim bilir nereye sokuşturdu Nursel! Belki de attı. Off, bir şeyi de düzgün yapsın dişimi kıracağım!”
Tarih öğretmeni olduğu için mi yoksa geçmişini kaplumbağa misali her daim sırtında taşımayı tercih eden kişiliğe sahip olduğunu için mi bilinmez ama “eski”ye çok düşkündü. Anılarının o eşyalarda saklandığına ve zamanı gelince onunla birlikte yaşayacaklarına inanmıştı bütün hayatı boyunca. Diğer taraftan, hayatının 40 yıllık izlerini taşıyan o şehirden gitmeyi en az nefes almak kadar istemişti. Ve o gün geldiğinde hatıralarının gözünün yaşına bakmadan pılısını pırtısını toplayıp terk-i diyar eylemişti. Bu sahiplenme neyin teranesiydi şimdi?
“O pul dedenden kalmıştı. Geçen onu rüyamda gördüm. Bana bazı kâğıtlar veriyordu. ‘Git bunları bozdur, işini gör.’ diyordu. O an aslında kayıp geçmişini aradığını fark etti. Bütün o eşyalar gözler önüne sererek görünmez kıldığını geçmişiydi. Ufacık bir pul gözüne Karun’un Hazinesi gibi gelmişti. O pul artık onun için aylar aylar öncesinde son nefesini verirken yanında olamadığı babasıydı. Eşyalarla her daim kilit altında tuttuğu hayatıydı.
“Sahi bu ‘geçmiş’ nasıl bir şeydi? Şimdiki an’ın var olma sebebine insanlar nasıl ‘geçmiş’ diyebiliyorlardı ki? ‘Geçmiş’ geçip gitmemiş ki, şu an’ın içinde nefes alıp veriyor.” Böyle bir varlığı yok saymayı kesinlikle reddetti. Zaten oldum olası “zamanın göreceliği” kavramına inanmıştı. “geçmiş-şu an-gelecek” denilen tanımlamalara pek itibar etmiyordu.
Gözleri kitabın kıyısına yaşlaşırken hayatın aslında bir mektup olduğunu ve açılmadan o mektubun içinde ne olduğunun asla bilinmeyeceği ayırdına vardı. Hâl böyleyken pulsuz bir mektup olur muydu hiç?