Toprak öyle güzel kokar ki yağmurdan sonra…
İnsanlıktan çıkıp toprak olası gelir insanın…
Bu duyguyu yaşıyordu gözlerinin altında adeta hatıralar gibi birikmiş mor halkalarda…
Hava soğuktu; yağmur sonrası soğuk hem de, elini uzattı pencereden kimbilir nerelere götürdü ellerini rüzgar, hangi ele götürdü de ısındı elleri yaşlı adamın…
Yaşlılığı en çok yüreğindeydi. Yüreği; sanki yaşından önce gelmişti dünyaya ve pişman da değildi yüreğinin yıprandığına… O hep şöyle derdi: “Aşk tende değildir yürekte; bu yüzden beden yaşlansa da aşk yürektense sevilir sevgili.” Bedeni yaşlıydı evet ama o gerçekten yürekten sevmişti gözlerinden belliydi bu. Elinde sevgiliye ait ne bir fotoğraf ne bir mektup; yalnızca ismi… Bu yüzdendi belki de cisme değil isme önem vermesi…
Elini çekti pencereden, asıl şimdi üşümeye başladı elleri. Saçları bembeyazdı karanlığa inat, beli bükülür gibi olmuştu yaşlılıktan ama cam gibiydi gözleri ışıl ışıl… Yüzünde bir de yılların hatırası çizgiler vardı. Belki de o çizgilerde sevgilinin ismi yazılıydı.
Şapkasını taktı, eline bastonu alıp kapattı kapısını ve yavaş adımlarla yürümeye başladı. Her gün çıkar temiz hava alırdı, ayakları nereye götürürse oraya giderdi. Çocuklara cebinden çıkardığı renk renk şekerleri dağıtır, sevgiliyi mutlu etmiş gibi sevinirdi. Yaşlı akranlarına kafasıyla mağrur bir selam eder, devam ederdi yoluna. Bir dükkana girip sıcak bir çorba içti, titreyen elleriyle, yavaşça kaşığı ağzına götürdü defalarca. Parayı bırakıp çıktı dükkandan.
Yürümeye, yürürken düşünmeye devam etti. Hiç çıkmayan bir şey varsa aklından sevgilinin saçlarıyla ilmek ilmek ördüğü aşktı yüreğine… Ne çocuğu vardı yaşlı adamın ne de tebessümle yüzünü okşayan bir eşi… Yalnızlık vardı sadece yanında. O hiç bırakmazdı yaşlı adamı bir de sevgilinin ismi.
O ismi, yüreğine öyle bir kazımıştı ki gençliği, sağlığı, mutluluğu uçup gitmişti ama sevgilinin ismi hep kalmıştı, ilk günki gibi…
“Senin aklını başını alan kimdi?” deseler, uzaklara bakardı yemyeşil bir yer oraya bakar ve gülümserdi sadece.
Sıyrılıverdi derin düşüncelerinden yaşlı adam, çiçekçi dükkanına girip demet demet karanfil aldı arasına da bir papatya kondurdu. Bir elinde tüm ihtişamı ve tazeliğiyle çiçekler; diğer elinde yaşlılığın dayanağı bastonu… Ha bir de ellerinin üstünde gün geçtikçe çoğalan çilleri…
Yorulduğu belliydi ama devam etti yoluna. İnce demirlerden oluşan bir kapıyı araladı, yemyeşil taptaze ağaçlar… Bir merdiven çıktı karşısına adımları sıklaştı, kalbi daha hızlı çarptı ve durakladı, gülümsemeye başladı.
“Özledin mi beni ey aklımı başımdan alan sevgili, unuttum mu sandın? Nasıl unuturum sandın ismin hala yüreğimdeyken…”
Karanfilleri koydu itinayla, mis gibi kokan toprağa. Ve papatyayı tam da sevgilinin isminin yazılı olduğu mezar taşının yanına.
Ve yaşlı adam anlıyor ki sevgilinin ismi sadece yüreğe yazılmıyor, gün geliyor mezar taşının üstüne hüzünle yazılıyor… Sevgilinin kokusu toprağın kokusuna karışıp gidiyor…