“Merhaba arkadaş! Ben hasretleri bol kibir… Al, sana bulutu getirdim.”
Gözyaşlarımı sildim, yoksa ıslanacaktı zavallım. Kibrin de hasreti olur muydu, kibir kime sevdalıydı kendinden başka? Bulutu getirmişmiş, peh! Bulutla yıllardır arkadaşız zaten, bana güneş gerek…
Hiç aldırmadım, geçtim yanından kibrin. Arkamdan sayıp sövmeye devam etti utanmadan.
Ben, saçları kumral, gözleri yeşil, hayat yolunda iki adım geri, bir adım ileri gidip aşklambaç oynayan bir hancı… Yürüdüğüm yolda karşıma ilk çıkan kibir olduysa eyvah! Bana bulutu getirmişmiş, kim bulutu almayı ister ki? Gözlerimdeki gök gürültülü sağanak yağışı fark etmiş olacak…
“Biraz yavaş yürü be zilli! Hem bak yağmur yağıyor, bu yağmurda bu kadar hızlı yürümemelisin. Maazallah kaydırırım seni, düşersin.”
Yürüdüğüm yolu bile dinlemiyorum, yürüdüğüm yol bile konuşuyor. İç sesimin deliliği her şeyi, herkesi vurdu. Converse rüzgarı estiriyorum kaldırımlara, yağmur, çamur, fırtına dinlemeden!
Yürümeyi beceremem zaten. Hazır kendime gelmiş, yağmurla yarışırcasına hızlanmışken kaldırımların bile sözlerini dinlememem gerek. Nereye gidiyorum ben, benim adım ne?
Yoruldum. Sapsarı banka oturacaktım ki, bankın pembe olduğunu düşündüm. En sevdiğim renkti pembe. Çocukluğumun rengiydi. Oturdum sarılı pembeli banka…
Dans ediyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar. Onları izliyorum. Üçünü izliyorum. Denize sıfır hayallerime onlar yüzme öğretiyorlar. Üçü de dans ediyor. Geçmiş, şu ân ve gelecek…
Geçmişin saçları beyazlamış. Şu ân ise çocuk masumiyetinde, bir bebek kadar masum; gülümsüyor.
Gelecek ise bir sağa gidiyor, bir sola, bir koşuyor, bir duruyor. Tıpkı benim gibi. Kendisi de bilmiyor ki benim gibi çaresiz, nereye gittiği belli olmayan sudan çıkmış balık misali dolanıp duran biriyle ne işi olacağını…
Daha fazla dayanamıyorum, yanlarına gidiyorum. Geçmiş bir hayli ihtiyarlamış. Konuşmak istiyorum, çelme takıyor, düşüyorum.
Yerden kaldırmak için elini uzatan şu ân, kederli gözlerimin aynasında kendini görmenin sevincini yaşıyor.
“Beni düşüren hanginiz? Geçmiş çelme taktı, sen elini uzatıyorsun. Geçmiş bana şu ânımda çelme taktı, yardımcı olan yine şu ân… Gerçek olan hanginiz?”
Şu ân, uzattığı elini geri çekiyor.
“Bir filozofa denk geldik arkadaşlar. Yürüyün gidiyoruz!”
“Ne o, korktun mu?”
“Korkak insan yansıması… Korkak insanlar, yalancı insanlar, güçsüz insanlar, ikiyüzlü insanlar; kendisinde var olan bütün olumsuzluğu başkalarına atarlar. Sanki kendileri kusursuzmuş gibi. Ben mi korkacağım? Kendi ışığımda etrafa gülücük saçan benim bir kere. Neden korkacağım? Korkak olan sensin. Seni yaşatan dün mü, bugün mü düşüneceğine, kendin hangisinde yaşamak istiyorsun, önce ona karar ver.”
Gelecek bizi uzaktan seyrediyor. Bir de küpe takmış.
“Erkek adam küpe takar mı be?!”
“Geleceğin erkek olduğunu da nereden çıkardın?”
“Ben… Şey…”
Geçmiş hemen konuşmamızı bölüyor.
“Dur ben söyleyeyim. Geleceğin erkek olduğunu düşündün, çünkü gelecek için mücadele veren insanların, gelecekleri için korkmadan mücadele veren insanların hepsi adam gibi bir yüreğe sahip olan insanlar… Onlar bilirler, yaşamaları gereken şu ândır fakat zemin hazırlamaları gereken tek zaman, gelecektir. Onun için çalışırlar.”
“Öyleyse senin burada ne işin var? Hem geleceği savunup, hem de burada duramazsın, durmamalısın.”
Geçmiş gülümsüyor. Bir dişinin eksik olduğunu fark ediyorum.
“Şimdi burada şu kızın ağzını burnunu dağıtırdım da, haydi neyse…”
“Sen kendini ne sanıyorsun? Kaba kuvvetle neyi halledebilirsin?”
“Sen çıtkırıldım oldun da neyi hallettin? Dişli olacaksın kızım, dişli! Azıcık sesin çıksın.”
Geçmişimin bana hep bir garezi vardı. Uslanmamış, yine benimle uğraşıyor.
“Sen önce git dişlerini yaptır!”
Geçmiş, gelecek ve şu ân kahkahalarla gülüyorlar söylediğime… Üçüne birden bakıyorum.
“Ne oldu?”
Üçü birden aynı anda bana dönüp gökyüzünden düşen bulutları ellerine alarak:
“Sen önce git düşlerini yaptır!” diyerek bağırıyorlar.
“Bulutlar…”
Şu ân, eline aldığı pamuk gibi bembeyaz olan bulutu elinde evirip çeviriyor.
“Pamuk şekeri gibi, öyle değil mi?”
“Ama bu…”
“Nasıl oldu, öyle değil mi?”
“Çok fazla sorguluyor bu kız. En iyisi mi kellesini uçuralım, gitsin.”
Geçmişin yine gaddarlığı üzerinde…
Şu ân, elindeki bulutu bana veriyor.
“Al, al tut…”
Ellerimle tutuyorum bulutu. Evirip çeviriyorken, bulutun bana göz kırptığını görüyorum.
Bulut bile benden süslü sanki. Rimelini sürmüş, her yağmurda rimeli aksa da hâlinden memnun…
Gelecek hemen elimden tutuyor.
“Gel, koş, koş, koş!”
“Nereye götürüyorsun beni?”
“Bilinmezliğe…”
“Orası neresi?”
“Bilinmezlik dedim ya…”
“Ama ben seninle gelemem.”
“Neden?”
“Ben… Ben bilinmezlerden çok korkarım.”
Geçmiş ve şu ân da arkamızdan koşuyorlar. Üçü bir yandan beni çekiştirmeye başlıyor.
Bulut düşüyor, rimelleri akıyor; tek başına ağlamayı beceremez gibi gelirdi bana, düşüp de incitti bir tarafını, herhalde o yüzden ağlıyor…
Bu kez sesli düşününce ben, kahkahalarla gülüyorlar düşünceme.
“Bulut bile senin hâline ağlıyor. Bulut sana ağlıyor.”
Geçmiş her zamanki gibi dobra…
“Ne saçmalıyorsun sen yine? Bırakın beni, imdat!”
Sahilde benden başka hiç kimse yok. Ben ve zamanın kara deliğinden çıkmış zaman yolcusu arkadaşlarım; geçmiş, şu ân ve gelecek…
“Kimse duyamaz seni. Haydi, gidiyoruz!”
“Nereye?”
“Sen hangimizle gelmek istersen…”
En akıllıca fikir şu ândan çıkıyor.
Geçmişe dönüp soruyorum.
“Seninle gelirsem, nereye gideceğiz?”
“Yahu adı üstünde, benim adım geçmiş. Benimle nereye gelebilirsin? Tabi ki de geçmişe! Yalnız benimle geldikten sonra şu âna ya da geleceğe bir daha asla gidemezsin. Tek şartım budur.”
Şu âna bakıyorum, onun da gözleri yeşil… Yeşil gözleriyle bana gülümsüyor.
“Benimle gelirsen gelecek kaygın olmayacak. Şu ânı yaşayacağız, geçmiş de unutulacak. Yalnızca şimdi için çalışacağız.”
Gelecek küpesini kulağından çıkarıyor ve:
“Benimle gelirsen bilinmezlik olacak. Ben de bilmiyorum seninle ne yaşayacağımızı. Yaradan bilir ya, yarın ne olacağını… Ben senin yarınınım, henüz tanışmadığın eşin, işin, dostların; acıların, mutlulukların… Ben de tanışmadım onlarla. Benimle gelirsen bilinmezlikler var, hiç bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz yollar var.”
Yolda yürürken karşılaştığım kibir geliyor aklıma.
“Kibir de var mı orada?”
“Olmaz mı ya… Kibir üçümüzde de var, çünkü kibir insanlığın özünde var. Kibirle mücadele eden insan, törpülenmiş insandır. Sen onunla savaşacaksın, sen yalnızca sevgiyle dolacaksın ki, o senden gidecek.”
Üçüne birden tekrar dikkatle bakıyorum ve sonunda dayanamayıp çimenlere oturuyorum.
“Çok yorgunum. Üçünüzle de gelecek gücüm yok. Beni öylece, yalnızca burada bırakın ve gidin.”
Başımı ellerimin arasına alıyorum. Tam hıçkırıklarla ağlayacakken gökyüzünden güneş düşüyor kafama. Yanıyorum…
Geçmiş tekrar konuşuyor…
“İşte! Yalnızca güneşi bekleyen insanın hazin sonu… Yalnızca güneşi bekleyip, yerinde sayıp, hiçbir şey yapmayan insanın hazin sonu! Güneş de yakar hanımefendi, güneş de yakar. Sen kara bulutlar olmasın diye dua edersin, hep her şeyin en iyisini istersin, yalnız bilmez misin ki, güneş de yakar. Mühim olan seni cayır cayır yakacak olan güneşi değil, mutlulukla, hayırlarla ısıtacak olan güneşi bulmak, ona kavuşmak… Korkma, yangının geçer. Bu dünyadaki bütün yangınlar geçer. Bir su içersin, bir suya bakar, yangının söner. Sen ahretteki yangınını düşün. Bu yüzden bunun için karar ver.”
Beni ıslatıyorlar, buz gibi su döküyorlar üstüme. Yangınıma şifa olsun diye…
“Peki”
Durulduktan, kendime geldikten sonraki tek kelimem “Peki”
Şu ânın ellerinden tutuyorum.
“Haydi, götür beni. Ne geçmiş, ne gelecek; hiçbiri umurumda değil. Götür beni… Yarını Allah bilir, dün bitti, bir tek sen varsın. Götür beni…”
Şu ân elimden tutarken pamuk şekeri bulut da takılıyor peşimize, güneşin ellerinden tutarak; iki kardeş gibi gülümseyerek…
Dilâra AKSOY