On beş yaşını henüz bitirmiş, korkak, tedirgin bir çocuktum. Her zaman başıma kötü şeyler gelecek hissiyatı ile yaşadım.. Yaşadım diyemiyorum aslında, zira on beş yaşında bir çocuğun ne yaşadığı çokta önemli değildir, zira yaşayacak çok fazla şeyi vardır.. Fakat ne olduğumu anladım.. Kim olduğumu, nereden geldiğimi…
Kül rengi evler Grimsi bir dünyaydı yaşadığım. Tedirgindim, çünkü her gün kötü insanları kötü şarkıları ve ağır yaraları duyuyordum.. Bu mahallenin özelliği acı çeken topluluktu.. Bir afyon buluyorlardı basmak için acılarına, çığlıklar ve göz yaşı en çok rastlanan şeydi, zira yollarımız tozluydu, asfalt henüz bizim varoşlarımıza gelmemişti, ve yollar kirli ve çamurluydu, tıpkı insanları gibi.. Bense, pisliğe batmamak adına, her gün biraz daha fazla çalışıyordum… Oturduğumuz Gecekondunda, altı çocuk, baba, anne ve bakıma muhtaç bir büyükanne, bir inek, dört tavuk, ve on güvercindik…
Kardeşlerim benden büyüktü, ben en küçükleriydim, beş erkek kız.. kız olan benden büyüktü, ve anlayamadığım bir şekilde, nefret ediyordu her şeyden, Bense, peltek, şişman bir çocuktum. Mahallede hiç arkadaşım yoktu, hem konuşamadığımdan olsa gerek, hem de berbat bir futbol anlayışına sahiptim, topu hiç sektiremez, koşamazdım. Kaçamadığımdan dolayı, hiç bir kavgadan kaçmamıştım. Zira koşturunca, daha çok dövüyorlardı. Bazen zevk için, bazen attığım bir taş, ettiğim bir küfür, etimde mor ve yeşil renklerin olmasına yetiyordu bile. Fakat Ablam öyle değildi, aklımda kötüye dair ne varsa, onun sayesinde oluşmuştu.. En büyük ağabeyim, tam bir baş belasıydı, girer çıkardı, değer verdiği bir şey varsa, oda güvercinleriydi. Her sabah kalkar, kafeslerini açar, uçmalarını seyreder, onları severdi.. başımı okşamayan adam, güvercinler arasında bir huzur buluyordu. O yine dama düştükten sonra, her sabah kalkıp onun yaptıklarını yaptım, evimiz cezaevinin yakınındaydı, her gün görmesini umarak o güvercinleri saldım.. bir gün uyuyakaldım, salmadım güvercinleri.. Uyanıp kafeslere koştuğum zamanda, sansarların güvercinleri saldırmış olduğunu anladım, renk renk tüyleri kırmızıya boyanmıştı.. Hepsi ölmüştü, kafesin nasıl açıldığını bilmiyordum. Çok üzüldüm.. Güvercinler öylece öldü.. İçimde bir şeylerin kopuşunun ilkiydi bu.. Çok sürmeden, kafesi ablamın açtığını öğrendim.. Zevkle itiraf etti, ona karşı koyacak gücüm yoktu, zira canımı fena yakardı… Sonra, kedilere sarıldım, sokak kedilerini besledim, onları öptüm, okşadım, sevdim.. Çok sürmedi, sevdiğim her şeyin yok olduğunu anlıyordum, Yine yapılmıştı yapılacak olan, Kedilere köpekler saldırdı.. yine bir parçalanma görüyordum, ilkim değildi, daha az acı vermesini ummuştum.. sağ kalanlarımla vakit geçirdikten sonra, usulca evin yolunu tuttum. Yemek için et getirmişti babam.. Evde nasıl bir sevinç anlatamam. Tam oturduk sofraya, bir kaç parçasını yuttuktan sonra, tadı garip dedim, mahzun bir sesle, sonra aldığım cevapsa,
-Senin kedilerin eti pekte lezzetliymiş..
Yine dünyadan tiksindiğim anlardan biriydi. Sofrayı kaldırıp fırlattım, tam kaçacakken, yakalandım.. Yediğim dayaktan ağzımdan kan sızıyordu.. Kaçtım.. Sonra düşündüm, sevdiğim her şey, birileri tarafından yok ediliyordu, ben sadece izliyordum. Karşı koyamıyordum.. Gücüm yoktu, sevdiğim hiç bir şeyi korumaya gücüm yoktu.. Zira sevginin devamlı olmasını istiyorsan, onu korumak zorundasındır. Nefes alan hiç bir şeyi sevmeye hakkım yokmuş gibi hissettim.. Öylece dolaştım sokaklarda… Ne olduğumu düşündüm.. Karşılık veremiyor olsam bile, en azından, kaçmıyordum da. Acı veremesem bile, acıya dayanıyordum. Acı benden altta bir şeydi, acıyı karşılık bile vermeden yeniyordum.. Çekebiliyordum acıyı, sadece veremiyordum.. Sevdiğim hiç bir şeyi koruyamadığım gibi, sevmediğim hiç bir şeyede zarar veremedim…
Aziz Uçurumluoğlu.