Uzun ama dünden farkı olmayan günlerin titremesiyle sarsılan bedenim eski gıcırtılı kapımdan geçiyor. Fırtınalar sonrası ortaya çıkmış ölü fikirlerim bir kenarda, kahve ceviz masamın üstünde beni beklerken yarım kalmış kağıtlarım da onlara tabut görevi görüyor. Toparlanmak bilmeyen bir bunalım gibi saçılmış duygularım bana hala anılarımı yansıtıyor. Unutmaya çalıştıklarım, kafamdan çıkmasını istemediklerim ve de De Javu’lrını yaşamak istediklerim, hepsi farklı köşelerde duruyor. Hiçbiri bana yakın değil, bir silahmışım gibi benden kaçıyorlar. Bugün varlar ise yarın yoklar. Arkadaşlarımdan çok da farklı değiller, beni düşürecek kadar yakınımda olan arkadaşlarım. Dün düşündüklerim benim kafamdan çıkmamış gibi başkalarının elinde top oluyorlar. Yokluğumda onlara sahip çıkacak kimse yok. Bir çocuğun tek evi gibi onlara bakacak, akşamları üstlerini örtecek tek ev zihnimken onlar kendilerini kağıtlarda, başkalarının aklında görmek istiyorlar. Bir çocuğun başka bir çocuğa bakması gibi, hep daha fazlasını arzulayan çocuk (bu durumda benim düşüncelerim) ve her gün eve ağlayarak, büyümenin acısını omuzlarında taşıyan başka bir çocuk. Biri ötekine yalvarıyor, aynı zaman da ondan kaçıyor. Problem ise: kaçan da yalvaran da bir kişi değil. Gününe göre değişiyorlar, insanlar gibi ya da insan yerine koyduklarımız gibi. ** Yanmış bir otelin kavrulmuş kum taneleri kadar umursamazız. Bu umursamazlığımız belki her gün güneş altında yanmamızdan mıdır yoksa davet ettiğimiz misafirlerin üstümüzden geçmesi ve yanan otelde onların da olması mıdır bilemem, bilmek de istemem. Kavrulmuş derimi zaten geceleri deniz serinletecek, arkadakiler çok da mühim değil. Yarın acı yok, sözü ile yenilenen bedenlerimiz bugün de düne kıyasla on kat acı çekti ama biz, bıkmak bilmeyen biz, bu akşam da yatmadan önce bizi öldüren Tanrı’ya şükranlarımızı sunup yatacağız. İflah olmaz bünyelerimizi işkenceye alıştıran devletlerin köpeği olup merhametleri için diplerinde yatacağız. Soğuk suya onlar daha yakın olacak biz ise evde akşam yorgunluğu bahanesi ile duvarlara baka baka ağlayacağız. ‘Yorgunum’ cümlesinin kattığı gücü hiçbir yerde bulamayacağımız için bu sekiz harfi kendimize duvar edineceğiz. Çünkü evin duvarları zihnimiz, sır perdemiz ve o her şeyi yansıtır. Çünkü evin duvarları bizim gözlerimiz. Çünkü evin duvarları kapanmak bilmeyen bir yara. ** Soğuk su bazen boğucu olur, akciğerlerine dolunca serinlemeyi zihninde yaşarsın. Ilık metal tatlı kanın dolaşmayı bırakması ile kimsenin bulamayacağı toz taneleri olacağız. Bulmak bile istemeyecekler, sebepleri yok. Eğer bu dünyaya bir katkın varsa bir salise daha yaşaman için her haltı yapanlar, sokakta donmuş bir çöpçüye mezar bile kazmazlar. Ama kimse bilmez, evlatları sırf başarılı olsun diye gönderdikleri okulun yolunu temizleyen de bu çöpçüydü. Ayaz bizi savurur, dağıtır. Yapraklar sokakta kalır. Çocuklara oynayacak seksek bölgeleri kalmaz. İzmaritler kaldırım kenarlarında bekler sahiplerini. “On beş dakikaya geleceğim, sigara molası” diyen annesinin hastane, kendisinin okul masraflarını düşünen hayatsız genç görür sokakta dün bıraktığı düşlerini, kokusu hala iz bırakan düşlerini. ** Sokaklardaki her çer çöpün bir anıyı temsil ettiğini öğrendiğimden beri çevreme daha dikkatli bakmaya başladım. Bir kâğıt: aile özlemi duyan bir gencin doğum belgesi, yolların ayırdığı bir çiftin tren bileti, sonradan bozulmuş bir nişanın kurdelesi, cenazeden alınmış bir çiçeğin yaprağı, kayıp bir kız çocuğunu arayan ailenin protesto pankartları, yere atılan her parça gönülden kopmayken çocukların onları ayaklarına dolayıp neşelerine alet etmeleri… Hüznün sevince bulanması galiba doğada var. ** Okyanuslar ile tatlı su kaynaklarının birleşip oluşturdukları bir çizgi var, ince uzun bir çizgi. Bu çizgiye tüm çocuklar sığmış. Ellerini sokaktan çekmeyen çocuklar, evde aile zoruyla kitap okuyan çocuklar, iki satır daha okumak için yalvaran çocuklar. Hepsi var bu çizgide, hepsi bu kaotik ortamları birbirinden ayıran çizgiye hükmediyor. Gözyaşını kahkahaya nasıl çevireceğimizin en güzel görsel halidir çocuklar. |