Bu dünyada zamanı varlık hissimi yoklayarak tüketiyorum. Soluk alıp verişimle titreyen mum alevinin odada dalgalanan ışığıyla aydınlanıyor yüzüm. Gecenin ilerleyen saatlerinde oluşum, sesli düşünmemi engelliyor. Düşüncelerimi kendime saklamanın sıkıntısını, tırnak etrafındaki etlerimi dürterek gidermeye çalışıyorum. Böyle yapışımda yapacak başka bir şey bulamayışımın da etkisi var tabi. Yoruluyorum. Kendimden yoruluyorum. Kuruyor, kurguluyor ve üzülüyorum. Kendimle kalıyorum ve kendimle her kalışım beni bana boğdurtuyor. Konuşuyorum kendi kendime. Sabretmem gerektiğini söyleyen seslerin ardındayım. Belki diyorum sabah geçer. Sabah oluyor. Ve geçmiyor. Neden geçmedi bilmiyorum ama geçmiyor. Kafamın içindekiler artık beni boğuyor. Boğuluyorum. İçimde bir huzursuzluk. Durup dururken olmadı, hayır hiç de durup dururken olmadı. Kendim yapıyorum. Ne yapıyorsam kendi ellerimle kendimi yıkıyorum, kırıyorum ve de üzüyorum. Bilmiyorum bunu neden yapıyorum.
Ben bazen kaybolmak istiyorum. Kaybolmak. Sonra yazmak geliyor aklıma. Ya yazmayı bilmeseydim diyorum. Yazmayı bilmeseydim muhtemelen ölürdüm. Şeyleştirmek istiyorum düşündüklerimi. Ve belki de en güzel şeyleştirmek yazmayı bilmektir diye geçiriyorum aklımdan. Yazdığım her satır intihar eden fikirlerim aslında. Ancak bu sayede kurtuluyorum onlardan. Daha doğrusu onlar benden kurtuluyor. İntihar eden her kelimem, öncesinde derin bir korku yaşıyor. Ama benim onlar üzerindeki korkutucu halim daha ağır bastığı için intiharı seçmek zorunda kalıyorlar. Çok ararlı bir seçim. Aferin fikirlerime.
Sonra durup yine düşünüyorum. Yazılmış kitaplar, satırlar cümleler, ne kadar da çok yaşantı mevcut şu kısacık zaman diliminde. Nasıl yazılır nasıl kelimelere dökülür diye düşünüyorum. Bazen her şey o kadar yazılıp çizilmiş ki bana bir şey kalmamış gibi hissediyorum. Ama yine de baş edemediğim bir yazmak arzusu kasıp kavuruyor bedenimi. Yazmak, yazmak ve yazmak istiyorum. Çünkü fark ediyorum ki en çok yazabildiğim zamanlarda anlamlandırabiliyorum varlığımı. Üstelik sadece kendi varlığım da değil sesini çıkaramayıp susmaya mahkûm edilmiş bedenlerin varlığını da anlamlandırıyorum yazarak. Üzeri örtülmüş suçların, katledilmiş canların, adaletsiz beldelerin, masum duyguların, karşılıksız sevdaların ve daha birçoğunun varlığını yazarak anlamlandırıyorum. Sanki anlamlandırıyorum tam olarak karşılayamıyor anlatmak istediğimi. Ama siz anlayın işte. Yorgunum. Evet, bu ara yine ülkemde şehit haberleri, yine bombalar, ölü canlar, adaletsiz beldeler, falanlar ve de filanlar. Ve en kötüsü de alışılmışlıklar. Her neyse bunları aklımıza getirip sıkmayalım tatlı canımızı. Biz yine kendimize dönelim. Bu arada bir yerlerde bir söz çarpıyor gözüme.
Allah seni bana vermekle, bana vermediklerini telafi etmiştir.” (Ali Şeriatî’den eşi Puran Şeriatî’ye)
Bu sözün ardından İsmet Özel çınlıyor zihnimde, adını unuttuğum bir şiirinde geçen dizesi ile: “Bu sözün sözler içinde bir yeri var.” Düşünüyorum. Evet, gerçekten de bu sözün bir yeri var. İsyanımsı bir cümle sanki gördüğüm. Bilmiyorum isyan mı bu? Telafi etmiş! Allah neden telafi etme ihtiyacı duysun ki? Ne kadar olmaması gereken bir cümle gibi duruyor ama olmuş da gibi. Bilmiyorum anlatamadım galiba. Belki de saçmalıyorumdur. hem niye anlatıyorsam?
Zarifoğlu’nun sesiyle sıyrılıyorum daldığım düşüncelerimden: “ Niye yazıyorum ki bunları? İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım, açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım.” -Hay ağzına sağlık Cahit abi ne de güzel tercüme oldun hislerime.
“ Çok afedersiniz ama Albayım, ben böyle yaşamak bilmiyorum. Anlatmaktan vazgeçersem eğer anlayacaklar diye ödüm kopuyor.” Diye gelip tam ortamıza oturuyor Oğuz abi. -Vayyy abim, hoş geldin. İyi, güzel dedin de nasıl yaşayacağız peki abim, anlatmadan? “Haklısın kızım, İşte Allah kahretsin insan anlatmak istiyor. Böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor.” – Ah şu çelişik duygular. Yoruluyorum Oğuz abi kendi içimde çelişmekten. Beni yalnızca sözler avutuyor.
“Sözler, ağır alışveriş torbaları gibi git gide taşınmaz olur.” -Ooo Didem ablam sen de mi buradaydın, ah be ablam fikirlerimin ağırlığı o kadar taşınmaz oluyor ki sözler yanında hafif kalır.
“Azap var mı âlemde fikir çilesine eş? Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?” -Aynen Necip abim “Çilesiz suratlara tüküresim geliyor” benim de. Ama gel gör ki fikir karın doyurmuyor!
“Neyse bırakalım şimdi bunları da benim saksıdaki çiçek kurumuş. Hani şu bir heyecanla gidip aldığım çiçek, hatırlarsınız. Onu öyle görünce kendime çok kızdım Albayım. İki gün boyunca hiç konuşmadım kendimle. Çünkü bazen sözler yaradan başka bir şey değildir.” -Desene o zaman Oğuz abim, yara bere içinde kalmış her bir yanımız da fark edemez olmuşuz. Acaba yaralarımıza da mı duyarsızlaşıp, alıştırıldık?