Ve bir ölüm haberiyle daha hatırlıyoruz; bedenimize emanet olan, unuttuğumuz varlığımızı. Nedense bunu bize gerçek manada hatırlatan sadece yakınımızdaki ölümler oluyor. Zira uzağımızdaki ölümler pek de sarsmaya yetmiyor bizi. Oysa, her günün sonuna yaklaşırken, evin salonunun baş köşesine yerleştirdiğimiz ince kenarlı rengârenk ekranlarımızdan şahit oluyoruz türlü türlü uzak ölümlere. Evet, her gün şahit oluyoruz; bir ertesi gün, bir ertesi gün ve diğer ertesi gün daha. Bu kadar tekrara rağmen o ölümler, bize hep uzak kalmaya devam ediyor. Üstelik türlü türlü de isimleri var bu uzak ölümlerin. Kaza kurbanı, terör kurbanı, koca kurbanı, kader kurbanı, vs.. Neden hepsi kurban? Kime kurban? Nedir kurban?
Sözlükte Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey olarak çıkıyor karşımıza; kurban. Peki, o zaman bunca kurban Allah’a yakın olmak için mi? Evet, ben de biliyorum tabi ki de gerçek anlamının kast edilmediğini. Fakat yine de kızmaktan kendimi alamıyorum. Kurban demek bir hakaret gibi geliyor varlığını terk etmeye mecbur bırakılmış bedenlere. Bir veda nutku çekemeden terk edilmeye mahkûm edilmiş cansız bedenler. Mesela hastasındır: Ölüme, ensende hissedecek kadar yakınsındır. Bir “Hoşça kalın”, “Hakkınızı helal edin”, türlüsünden veda hallerine bürünür kelimelerin. Ya da kazazedesindir. Olur da gidersem kaygısıyla dökülür dudaklarından bir veda kelimesi: “Hakkınızı helal edin.” Ya da uzun yola çıkacaksındır, o zaman da hatırlarsın ölümü ve ne olur ne olmaz dersin, ardından bir veda nutku: “Hoşça kalın ahali, hakkınızı helan edin” Tam manasıyla olmasa da bu ve buna benzerleriyle hazırlarsın kendini bir nevi ölüme. Hem kendini hem de sevenlerini. Peki ya durumun ızdırabını katmerleyip ‘Ani’ diye tabir ettiğimiz ölümler?!.. Kendini bile hazırlamaya fırsat bulamadığın ahvaline, sevdiklerin nasıl hazır olabilirlerdi ki? Ölüm o kadar yakın ki unutulmayacak gibi değil. Böyleyken insan ölümüne her an nasıl hazır olabilir ki? Bu ömrüm boyunca bırakın açıklamayı, anlamakta dahi zorlandığım bir soru.
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hadisinden yola çıkarak belki de uykuda olduğum için cevaplayamıyorum bu soruyu. Umarım geç kalmadan uyanırım ve gözlerimi açtığımda sorunun cevabını bu dünyada bulabilirim. “Ölüm bize ne uzak ne yakın ölüm.. Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” derken Erdem Beyazıt, ölmeden önce ölebilmek olarak görmüştür belki de ölüme hazır olabilmeyi. Ölüme hazır olabilmek; ölümsüzlüğü tatmak..
Yani ölüm, işte ağızların tadını kaçıran acı bir gerçek. Hazır olsak da olmasak da.. Fakat kendisinden bahsettiğim halde hala benden çok uzak. Uzak gibi ama aslında yakın. Bakıp da göremediğim bir şey gibi. Duyup da anlayamadığım, dokunup da hissedemediğim gibi. Var ama yok gibi.