Dünyadaki yirmi üçüncü yılımda ki Newton’un yerçekimi kanununu yirmi üç yaşında bulduğunu ,bir insanın günde yirmi üç bin kez nefes alıp verdiğini ve bedeninden ayrılmış bir ruhun ağırlığının yirmi üç gram olduğunu hesaba katarsak bu yaşın insan ömrünün en verimli ve en tesadüflerle dolu yaşı olduğunu düşünebiliriz.En azından ben öyle düşünüyorum.İşte içinde bulunduğum yaşın tesadüflerinden biri de Yiğit’le tanıştığım gündür.
Ben insanların fazla uğramadığı arka mahallelerin önemsiz fırınlarından birinde ekmek yapmakla sorumlu taş fırın ustasıyım.Avuç içi kadar unu suya bulayıp hamur yapmak,hamura şekil verdikten sonra üzerine göz kararı susam ekip fırınlamak.Evet.Şu dünyada elimden gelen tek şey bu.Ancak buraya kadar anlattıklarım hikayenin önemsiz olan kısmıydı,önemli olan kısmı tabi ki Yiğit’le ilgili.Yiğit patronumun benleyaşıt,sarısaçlı,mavigözlü,boyu iki metreye yakın,sol kolu botanik bilimcilerin bile araştırmakta güçlük çekeceği miktarda çiçeğin bulunduğu dövmelerle kaplı.Üstelik bunlarda yetmiyormuş gibi sekiz yaşından beri gitar çalan,ben ve diğer erkeklerinin büyük bir kısmının tenhada karşılaştığında köşeye sıkıştırıp sanki tanrının bizden aldığı yakışıklılığı ona verdiğini düşünerek hiçbir konuda bir başarışımız ve yeteneğimizin olmamasının da sorumlusu oymuş gibi tekme tokat dövmek isteyeceği türden Bon Jovi kıvamında bir çocuktu.Ancak bunların yanında Yiğit’in en ilginç özelliği her gördüğü kıvılcımda yada yanan ateşte dayanamayıp gitar çalmasıydı.Yiğit bu ilginç özelliğinin olduğunu on iki yaşında kızların erkeklere oranla daha fazla olduğu ve yaz mevsiminin ergenler üzerine enjekte ettiği aşk doktrini sayesinde erkeklerin ‘‘ne yapıp edip karşı cinsle düzüşmemiz lazım’’ düşüncesinin tavan yaptığı bir gecede fark etmiş.O gece ateşin etrafında aşk çemberi oluşturan gençlerin arasında Akdeniz Akşamları’yla repertuarına başlayan Yiğit hayatının geri kalanında da gördüğü her kıvılcımda sırtındaki siyah polyester kabından çıkarıp çalmaya başladı gitarını.Onunla tanışmamızda bu sayede oldu,ramazan ayının iftar vaktine ekmek yetiştirmek için mücadele verdiğimiz bir pazar gününde Yiğit ağzında sigarası,sırtında asılı gitarıyla çıkageldi.Kendinitanıttı,koyu bir sohbetin içinde bulduk kendimizi,koyu birer çay söyledim.Gelecekte kendi grubunu kurup gitar çalma işini profesyonel olarak yapmak istediğini anlattı.İnsan müzik yaptıkça sahip olduğu özgürlüğün farkına varıyordu.Hem kızlarda gitar çalan erkeklere bayılıyordu zaten. Yiğit evlenmeyi de düşünmüyordu,ona göre iki farklı kız tipi vardı dünyada,AkdenizAkşamları’ndan hoşlanan kızlar ve hoşlanmayankızlar.O birinci grupla ilgileniyordu.Bu gruptaki kızları gitarı sayesinde kendine aşık edip harem kuracaktı ve bu kızların hepsiyle farklı günlerde sevişecekti.Hafta sonları sevişmiyordu Yiğit, ‘’prensip meselesi’’ diyordu.Hafta sonları bizim fırına gelip yanan ateş karşısında gitarıyla repertuar geliştirme çalışmaları yapıyordu,yani bir nevi prova.Gerçekten de yılmıyordu.Çalıştığım iki yıl boyunca her hafta sonu Yiğit geldi.Sigarasınıyakıp,gitarını çıkarıp başladı çalmaya.Ateşin karşısında öyle farklı bir kişiliğe bürünüyordu ki onu tanıyamıyordum.Gitar çalarken ne kadar uzvu varsa titremeye başlıyor,gözlerini kısıyor ve şarkı söylerken tüm kelimeleri yuvarlıyordu.İki metrelik adam neredeyse kundaktaki bebek kadar duygusal oluyor yada öyle gözüküyordu,bilemiyorum.Zürafaların ses telleri olmaz ancak Yiğit’in vardı,üstelik kalıbımı basarım gitar tellerinden kalındı.İyi çocuktu Yiğit,bir zararı yoktu bana ama beyni tellere vurduğu pena kadar ufaktı.
Aradan iki yıl geçti.Yiğit benim ilham kaynağım olmaya devam etti.O çaldıkça ben ekmekleri daha bir ihtişamlı daha bir estetik yapıyordum.Hafta sonları kuyruk oluyordu fırında,gayet iyi kazanıyorduk. O yüzden ana caddede daha geniş bir fırına taşındık.Yiğit’in haremi de gittikçe büyüyordu.O çalarken kızlar onun saçlarını, başlarını,yanaklarını,çapaklarını her yerini okşayıp seviyorlardı.Artıkekmekler,gitar,kızlar,Yiğit ve ben büyük bir aileydik.Sonra yine ilhamlı bir cumartesi günü aklıma çok ilginç bir fikir geldi.Ekmekleri klasik gitar şeklinde yapacak bu sayede devrim yaratacak ve daha çok satacaktık.İlk Yiğit’e sonra babasına,yani patronuma danıştım.İkisi de olumlu cevap verdi,harika bir fikirdi bu.Başlarda insanlar algılayamadı ekmeklerimizi ama sonralarda dünya çapında nam yaptık.Normal ekmeği klasik gitar,çavdarlıyı elektro gitar şeklinde çıkardık.Markalaşıp yurt dışına da ekmek göndermeye başladık.Ünlü gruplar konserleri için özel ekmek siparişleri veriyordu.O sıralarda Yiğit albüm çıkardı,parasınapara,haremine harem kattı.Artık yaptığımız ekmeklerin yanında promosyon olarak Yiğit’in albümünü de gönderiyorduk.Hatta hayran kitlesi çok değişik bir istekte bulundu,isteğe göre imzalı ekmek bileyapıyorduk.Amabinlerce ekmeği tek tek imzalayamayacağı için bu ekmekler biraz pahalı oluyordu.Gerçi sonradan onunda çaresini bulduk,Yiğit’in imzasını kalıp yaptık ve bu sayede her ekmekte imzası oluyordu.
Kazandığımız paranın ufak,çok ufak bir kısmıyla dükkanın arka tarafındaki araziyi satın aldık.Konser alanı yaptık.Bu sayede hafta sonları ben ekmek yaparken Yiğit hayran kitlesine performans sergiliyordu.Benim için günler un,su ve kabartma tozu kıvamında geçerken Yiğit için dudak,göğüs ve kalça kıvamında geçiyordu ama mutluydum.Bu denli kalabalık bir kitleye hitap etmek insanı sevindiriyordu.
Sonra bir gün dünyaca ünlü bir rock grubundan mektup aldık.Grup hem dünya çapında meşhur olan ekmeklerimizin yapıldığı yeri görmek hem de bu sayede daha önce hiç gelmedikleri ülkemizde bir konser düzenlemek için Türkiye’ye gelecekti,U2.Belki bir parçalarında Yiğit’le düet bile yapabilirlerdi.Mektupta iki davetiye vardı.
Konser günü geldiğinde Yiğit’in son model Porche Carrera’sıyla yola çıktık.Aracın tüm hız fonksiyonlarını kullanarak son sürat ilerliyorduk.Benim kafamda gelecekle ilgili planlar,dükkanı daha da büyütmek,yeni ekmek çeşitleri bulmak gibi düşünceler vardı. Aniden önümüze siyah bir köpek çıktı,arabamız dört yüz elli bin dolar olmasına rağmen denge sağlayamadı ,on-on beş tur döndükten sonra şarampole yuvarlandık.Neyse ki kazadan ufak sıyrıklarla kurtulamadık.Öldük.
Hesap kitap işleri fazla uzun sürmedi ve bizi ufak bir koridordan geçirip daha geniş bir salona,cehennemealdılar.Görevli meleklerden birine ‘’Sigaran var mı’’ diye sordum,zebanilerden biri elinin tersiyle tokatladı ‘’Adam gibi durun lan sıranızda’’ dedi.Ateşe atılma sırası bize geldiğinde alevler hiç olmadığı kadar kızgın görünüyordu.Yıllarca kızartmış olduğum ekmeklerin psikolojisiyle şekilden şekilegiriyordum.Son isteğimizi sordu yine görevli meleklerden biri.Yiğit ile birbirimize baktık,sırtındaki kabından gitarını çıkardı ve yeni hayatımızın ilk ve son şarkısını,AkdenizAkşamları’nı çalmaya başladı.
Murat Küçük