Sabahın erken bir saatinde, babaların işe gitmek için telaşlı hazırlığında, ev hanımı annelerin eşleriyle kahvaltı edip kapıdan el salladıkları vakitte ben de uyandım. Kahvaltı sofrasındaki haşlanmış yumurtanın, peynirin, zeytinin tadını alarak fakat gözlerimi de açamayarak sıcak çayımı yudumladım. Gözlerim ‘hala yatabilirim’ diyerek toplamadığım yatağımı melül melül süzerken, annem pencere kenarındaki köşesine kurulmuş, uyarısını ikinci kez tekrarlamaktan da geri durmamıştı. Evet, bir an önce tezimin başına geçmeli. O halde ‘hoşça kal sıcak, rahat, huzurlu yatağım. Ve rica ederim böyle çekici bakma gözlerime, içim gidiyor vallahi!’
Annemin ellerinde çeyize konulmayı bekleyen beyaz bir masa örtüsü. Kenarları teğellenmeli ki sonrasında dantelle çevrelensin, güzelleşsin. Radyoda dün akşamdan kalma sabah haberleri. Yeşilçam filmlerinden Züğürt Ağa’nın şadırvan başındayken ceketinin çalındığı sahne gerçek olmuş. Mağdur vatandaşın sesi yok, onun yerine Şener Şen bağırıyor ‘’Bu ceket benim değildir!’’ Devam eden haberler enflasyon, asgari ücret, altınla yarışan badem, ceviz, fındık fiyatları, siyasilerin çekişmesi…
Bir müzik arası veriyor kanal, bir yarışmada potbori yaparak hünerini sergileyen çocuk, Kürtçe ‘şemame’yi söylüyor. Yazı yazıyorum ama bir yandan omuzlarım öne arkaya hareketlenmeye başlamış, kaptırmışım kendimi müziğin ritmine. Ne güzel diyorum, Kürtçe bir şarkının yüzümü güldürmesi, içime neşe salması. Hep böyle olsa diyorum, müziğin evrenselliği ile bakabilsek dünyaya. Rengârengiz oysa davul, zurna, gitar, keman, piyano, org her biri var müziğimizde, kıymetli bir bütünlük, eşsiz bir uyum. Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Ermeni, Laz… Aynı uyumu, aynı bütünlüğü sağlamayı bu kadar zor kılan ne? Aziz Sancar, Nobel kimya ödülünü aldığında niçin onu herhangi bir sınıfa koymaya çalıştık, Kürtlüğünü Türklüğünü getirdik gündeme? Neden herkes bir anda ayaklandı da ”Aziz Sancar bizdendüür, eğer sizdense bizden hiç değildüürr” diye bir telaşa kapıldı?
”Biz” diyebilmeyi öğrenmek ve bu şekilde yaşamak isteyen tek kişi olmadığımı biliyorum. Empati diyorum empati, hem de Atticus empatisi.
Atticus, Harper Lee’nin ‘Bülbülü Öldürmek’ adlı romanında anlatıcılığı üstlenen küçük Scout’un avukat ve bilge babası. Amerika’nın utanç dolu sayfalarından belki de en acısına, zenci-beyaz ayrımına odaklanır roman. Okuldaki küçük dostlarından babasının zencileri koruduğunu öğrenen Scout boyundan büyük bir telaşa kapılır. Söylediklerine göre babası ‘zenci dostu’dur ve Scout tam olarak ne anlama geldiğini bilmese de arkadaşlarının bu sözcükleri bir hakaret edasıyla vurguladıklarını görünce, kötü bir şey olduğunu düşünür. O gün eve koşarak gider ve babasına sorar:
‘’-Siz gerçekte zenci dostu değilsiniz, değil mi?
-Elbette, zenci dostuyum. Herkesi sevmek için elimden geleni yaparım. Anlatması güç… Bazen bebeğim, birinin fena saydığı bir sıfatla çağrılmak hakaret sayılmaz. Bu bize sadece, karşımızdakinin ne kadar zayıf ve zavallı olduğunu gösterir.’’ (s.155)
Gülümsüyorum bu satırları okuyunca, içimde duran ama anlatmayı beceremediğim şeyleri dile getiren onlarca yazara şükranlarımı sunuyorum. ‘Kürt müsün(!)’ adlı sözde soru cümlesini ‘aptal mısın’ tavrıyla dile getirenlere gerekli cevabı vermiş gibi rahatlıyorum. Ne kadar zayıf ve zavallı olduklarını farkında olmayan yüzlerce insana acıyorum.
Atticus, özellikle o günün şartları içinde düşünüldüğünde oldukça zor bir davayı üstlenmiştir; tecavüzle itham edilen bir zenciyi aklamaya çalışmaktadır. Fakat sadece onu suçlayanlara karşı değil, topluma karşı da bir mücadele halindedir. Bu mücadelesini öyle sakin ve kararlı biçimde sürdürür ki kendisini ölümle tehdit eden zorbalar karşısında bile sükûnetinden ödün vermez. Empati konusundaki harikulade yeteneği, sınıf ayrımı hakkındaki fikirleri unutulmaması gereken ayrıntılar olarak bir deftere not edilmeyi hak eder.
Scout henüz 6 yaşında fakat yaşıtlarına oranla son derece akıllı bir kızdır. Fakat tüm bu kargaşanın, zencilerin onlardan farklı insanlarmış gibi algılanmasının, kendini niçin üstün görmesi gerektiğinin, beyaz olmasının sağladığı avantajların sebebini bir türlü çözemez.
Bir gün Atticus kızını karşısına alır ve bir insanı anlayabilmek için empati yapmasının kendine fayda sağlayacağını şu cümleleriyle dile getirir: ‘’Bir insanı, meseleyi onun yönünden düşünmeye alışmadıkça anlaman imkansızdır. (…) Derisinin içine girip gezineceksin.’’
Derisinin içine girmek… Artık nerede ”empati” söz konusu edilse bu sözü hatırlamalı ve fikrini, fiziğini beğenemediğimiz ama saygı duymak zorunda olduğumuz her insanın derisinin içinde gezinmeye uğraşmalı. Konuş Atticus, şimdi yazıcıya susmak düşüyor.