Çağımız dünyasında her ne kadar toplumlar mesafe ve iletişim kavramının kısalmasıyla iyiden iyiye birbirine benzese de kültürel genetiğe inildiği vakit değişimi yüzlerce yıl süren özelliklere sahiptir. Modern kültür medeniyet neticesinde şekillenir, medeniyeti (düşünce, üretim faktörleri, yönetim biçimi vs.) elinde tutan toplumun istek ve davranışlarını merkeze koyar. Ancak “toplam kültür” diye isim koyabileceğimiz bir milletin bütün tarih boyunca sahip olduğu kültürel birikimlerin tamamı olan ve özelde bunların “cevher”i olan belli algılar çok uzun süre değişmez ve değişime kapalıdır.
Kültür hakkında birkaç terim sıralayacak olursak erkekten kadına, dilden ananelere pek çok şeyi sıralayabiliriz. Esasen kültür dediğimiz şey yukarıda ki terimlerin ve bunların kendi arasındaki etkileşimi neticesinde doğal bir süreçle meydana gelen külli bir birikimdir. Toplumlar bu birikim sayesinde kendine has bir kimlik kazanır ve bu kimliği her meselenin merkezinde hisseder.
Bu hissediş neticesinde insanların dünya görüşü şekillenir. Hem dünyaya, hem dünyadakilere. Kadim kültürlerde bu yüzden derin bir fark vardır. Varoluştan toplumsal ödev bölüşümüne kadar pekçok konuda derin bir fark vardır. Bu yüzden kadına bakış açısı da birbirinden oldukça farklıdır.
Bugün medeniyetin sahibi Avrupa’da kadın hakları konusunda (modern kültürü baz alırsak) dünyanın diğer yörelerine göre bir üstünlük söz konusudur. Gerek iş bölümü, gerek kadının toplumsal yaşamdaki aktifliği diğer toplumlara nazaran daha fazla ön plana çıkmıştır. Kadına her platformda “birey olmak” vurgusu yapılmaktadır. Her yerde bir pozitif ayrımcılık düşüncesi ön plana çıkmakta, “kadının söz sahibi olduğu” kadın hakları sözleri söylenmektedir. Her kadına “her şeyi bilen kadın” figürü ideal kadın olarak kabul ettirilmeye çalışmaktadır.
Peki bu kötü bir şey midir? Elbette değildir. Kadın evinde oturacak, hatta evinden dışarıya çıkmayacak davasında değiliz, ki bizim gibi toplumlarda böylesi bir kadın anlayışı (istisnalar hariç) hiç olmamıştır. Evvela bizde kadının dünyanın her yerinden daha sosyal olduğunu söyleyelim. Nasıl mı? Bizde misafir kavramının önemi malumunuz… Peki bu misafire değer vermek, konuk ağırlamak erkeğin ürünü müdür? Kesinliklikle hayır! Bu kadim kültürümüzde kadın figürünün önemi neticesinde meydana gelmiştir. Hatta aile kavramının temsilciside kadındır. Düğün, cenaze gibi etkileşimleri “şenlendirmek veya yası yaşatmak”ta kadının becerebildiği, kadın olmadan yapılamayacak şeylerdendir.
Kadının bizdeki yerine daha sonra değinelim konuyu dağıtmamak açısından. Ahkamımız batı hususunda… Avrupa’da kadın figürü dediğimiz gibi son yıllarda ön plana çıktı. Ancak bu seferde bireyselleşme, bencilleşme ile kendine yaşam alanı buldu. Aslında bu bireysellik toplum dışılık batının kültüründe kadının her zaman kaderiydi. Hristiyanlık Hz. Havva’yı Hz. Adem’i aldatan, günah işleten, şeytanın işbirlikçisi olarak görür. Kadından uzak durur, kaçar. Yani kadını anlamaktan. Batı bu yüzden kadını her zaman günahların merkezi görmüş, ondan mümkün olduğunca kaçarak kendini korumaya çalışmıştır. Hz. Meryem’e verilen itibarıda erkeklerden uzaklıkla ilişkilendirebiliriz. Yani kadın uzak durursa günah kalmayacak, günahsızlık devam edecektir ve bu günahsızlıktan bir İsa doğacaktır. Ancak kadın erkeğe yakın olduğu vakit günahlar yeniden çoğalacaktır. Avrupa’da bu yüzden kadın ya günahsızlık için manastırlara kapanmıştır; ya da temel üreme veya şehevi arzular için erkeğin kölesi olmuştur.
Bu noktada şöyle bir soru gelebilir: “Zaten Avrupa’da kadın meselesi bu geçmişteki anlayışı yıkmak için bu kadar büyümedi mi?” İşte bütün mesele de burada. Bize göre kültürel dönüşüm yine ilk dediğimiz “cevher”in etrafında yaşandı. Birinci tespitimiz bireyselleşmeyi ele alalım. Bireyselleşme modern manada kişinin kimseye muhtaç olmadan kendi yaşamını devam ettirebilmesi ve bunun farkında olmasıdır. Yani kimseyle ilgisinin olmaması… Tıpkı rahibelerin yaptığı gibi yani… Rahibeler de manastırlara kapanır, kendi işlerini kendileri görür, kimseden bir beklentileri olmaz ve bunun farkında olurlardı. Modern manada bireysellik gibi değil mi? Sorulabilecek bir soruda şu olurdu bu sözümüze: “onların dünya ile bağlantısı yoktu, ancak Avrupa’da kadın dünyanın merkezinde değil mi?” Peki ama hayatın merkezinde olmanın ölçüsü nedir? Sermaye merkezli kapital bir dünyada sadece kendisi için çalışan, kendi çıkarlarını gözeten ve bunlar için yaşayan bir kişi hangi dünyayla bağlantılıdır? Ama aşık olacağı kişiyi, evleneceği kişiyi seçiyor kadın… Bu hususa da şunu hatırlatmak isterim sadece: “Rahibeler de İsa’yı beklemiyor mu? Bu onların bireysel tercihi değil mi?”
(Bu paragrafın ardından şunu eklemek isterim; burada ne kişilerin inançlarını yargılamak gayesindeyiz; ne de Teolojiye girme gayretindeyiz.)
Kadın dün manastırdaydı. Kapalıydı. Bugün de sermaye için çalışıyor. Nefes alamayacak kadar çok çalışıyor. Kendi için çalışıyor. Toplumsal medeniyette yerini sağlamlaştırmış ancak; kültürel manada hala kayıp. Söylediğimiz gibi cevherin etrafında hala, ve o binlerce yıllık idrak sadece katı halden sıvı hale geçmiş Avrupa’da. Bugün birey olmak ve özgürlük denmektedir var olan konumuna. Özgürlük meselesi ne demektir? Neyi içerir, kıstası nedir? Kadının bugün özgürlüğü kıyafet ve yaşam tarzı merkezli değil midir? Bu da erkekler için değil midir?