Bir koşucu gibi hissediyorum kendimi. Koşuyorum, kaçarcasına. Koşmak zaten hep kaçmaya gerek değil mi? Evimin kapısına vardığımda anahtarı ellerim titreyerek çeviriyorum, kapımın tokmağı adeta bana “Sakin ol” diyor. Sakin kalamıyorum. Kimse sakin kalamıyor. İzole edilmiş duygularımızın yalnızlığına dayanamayarak başka yöntemlerle bize doğru gelen bir şey var sevgili dünya…
Salona girip iyice yerleştim koltuğuma. Birdenbire koltuğum hapşırdı sanki. Aniden koltuğumdan kalkıp dezenfektanımı bir koşu gidip alarak koltuğumun üstüne sıktım. Ayakkabımla girmiştim içeri fark etmeden, Aman Allah’ım!
Ayakkabılarımı çıkarıp banyoda dezenfekte edip iyice yıkayıp parlatırken halılarımı düşündüm. Halılarım da kirlenmişti, benim sevgili halılarım… Sadece bahar temizliğinde aklıma gelen sevgili halılarım. Bir tanesi çiçek haliyle ve sanki çok da üzgün bir şekilde bana bakıyordu. Parmağımın ucuyla onu alarak onu da banyoya attım, yıkadım, yıkadım, yıkadım. Sabahlar olmasın… Saatlerce evi yıkayıp pakladım. Sonra da kendim yıkandım. Dezenfekte yağmurlarındaydım sanki.
Perdenin arasından dışarı baktım. Minik bir kız annesinin elini tutmuştu ve sokakta yürüyorlardı.
Sokak tabelasında “Korona Sokağı” yazıyordu. Karşımdaki dükkâna baktım, dükkân sahibi dükkânının adını değiştirmişti. “Korona Cumali” yapmıştı ve maskeli beşler misali tüm ekibinin yüzünde maske vardı.
Kısa sürede zombilerin istilasına uğramış gibiydik. Telefonumu silip annemin numarasını tuşlayıp sonra ağlamaklı konuşurum düşüncesiyle aramaktan vazgeçtim.
Aylardır birbirimizi görmüyorduk. Birbirimizi gördüğümüz süreçlerde birbirimize sarılmazdık bile.
Oysaki şimdi ona sarılmayı çok özlüyorum.
Fon müziğini açtım yaşamın, “Tamba tumba esmer bomba” şarkısı değildi elbet, hüzün atraksiyonundan mütevellit “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” çalıyordu.
İyice izole etmiştik kendimizi yaşanmış sahte yaşanmışlıklarımızdan. Zaten yüz çevirdiğimiz birbirimiz, dinlenmeye geçmişti ve sadece yüzlerimizi görmeyerek…
Hâlbuki hepimiz zaten birbirimizi gördüğümüz hâlde gerçekten görmüyorduk ki.
Düşünceli hallerimle salonda bir ileri bir geri dolanırken kapım çalındı. Mercekten baktım.
Komşumdu galiba, tanımıyordum aslında. Kapıyı açıp açmamakta tereddüt ederken hissetmiş gibi
“Ben komşunuzum, evdeyseniz kapıyı açar mısınız?” diye seslendi.
Maskemi takıp kapıyı açtım.
“Merhaba”
“Merhaba, ben üst kat komşunuz İlayda. Beş yıldır aynı apartmandayız ama bir türlü konuşmak fırsatımız olmamıştı. Bu zamanda çekimser yaklaşabilirsiniz fakat ben size sütlaç getirdim. Mâlum evdeyiz, tatlı yaptım ve komşularıma dağıtmak istedim.”
“Vay be bizim komşuluk ilişkilerimiz var mıydı?”
“Pardon?”
“Ah… Şey… Sesli düşündüm biraz, mazur görün. Teşekkür ederim ama ben nasıl desem…”
“Almaya çekiniyorsunuz sanırım.”
Çekinerek ve bir o kadar da doğrulayarak başımı salladım.
“Olsun, peki, almayın. Sorun değil. Kendimi tanıtmak ve yardıma ihtiyacınız olursa burada olduğumu söylemek istedim. Bizim birbirimizden başka kimsemiz yok. Din, dil, ırk ayırt etmeksizin. İnsan, yine insanla bir bütün…”
“Doğru, pardon ben kendimi tanıtmayı unuttum. K…”
“K dediğimde “Korona” diyecekmişim gibi bir tavırla ve korkuyla gözlerimin içine baktı.
“Korkmayın canım, ben Kübra diyecektim” dediğimde ise korkusunun yerini gülme aldı.
“Buyurun, içeri gelin. Yani balkonda otururuz hem havadar olur balkon, lütfen…”
“Peki, geleyim.” Diyerek ayakkabısını içeri almadan kapının önünde çıkardı, öncelikle ellerini banyoda yıkadı ve benimle birlikte balkona geçti.
Birbirimizden biraz mesafeli otursak da kendimizi iki lafın belini kıracağımız için iyi hissetmiştik.
“İlayda Hanım, sütlacınız da elinizde kaldı, özür dilerim…”
“Yok, sorun değil. Bir kaşık verirseniz ben yerim onu şimdi” dedi ve güldü.
Çok cana yakındı doğrusu.
Mutfaktan tatlı kaşığımı kapıp geldim ve sütlacını yemeye koyuldu.
“Sizce ne zaman biter bu virüs?”
“Bilmiyorum… Aslına bakarsanız sosyal olmak değil de mesele, özgürce sevebilmek bile güzelmiş meğer. Yani şu durumda insanlar birbirlerini hep uzaktan sevecekler. Sarılmak yok, temas yok, annenin babanın kardeşinin çocuğunun ellerine yüzüne dokunmak yok. Onları sevgiyle sarmak yok… Herkeste bir tedirginlik… Aslında bu tedirginliğin altında yatan şey ölüm korkusu değil Kübra Hanım. Bu tedirginliğin nedeni, hayatı olduğu gibi yaşadığımızı ve layıkıyla tüm görevlerimizi yerine getirdiğimizi sandığımız yanılgısıyla tanışmış olmamız. Herkesin farklı kaygılarının ve hiçbir şeyin doğru gitmediğinin kabulüne geçtik. Parası olmayan zengini kıskanırdı, çocuğu olmayan çocuğu olan bir kadını ve yalnız olan bir insan mutlu olan bir başka insanı… Şimdi eşitlendik ve fark ettik. Hiçbirimiz doğru yaşamıyormuşuz aslında hayatı. Gezip tozan, gece hayatı olan bir insan da sadece evde oturup tek sosyal aktivitesinin dizi olduğunu sanan bir ev kızı da… Hiç kimsenin hayatı doğru değilmiş. Bu sayede eşitlendik. Artık bekâr olanın da aynı kaygısı var, evli olanın da. “Hayatı şimdiye kadar doğru yaşayamadığımız için şimdiden sonrası da olmazsa ve hiç yaşayamazsak…” tedirginliği bu. Ölüm korkusu falan değil, yoksa zaten hepimiz bir gün bir şekilde öleceğimizi biliyoruz. Doğru yaşayamamamızın utancı bir bakıma.”
Ne kadar da doğru anlatmıştı İlayda Hanım… Doğrular bir başkası doğru anlatınca mı doğru olurdu, yoksa gerçekten doğru olduğunun kabulüne geçince mi doğruydu?
Dalgınlıkla gökyüzüne bakıp başımı öte yana çevirince bir arbedenin çıktığını ve insanların koşuşturduklarını gördüm.
İlayda Hanım da o yöne başını çevirdi.
“Neler oluyor orada? Yine ne paylaşılamıyor?”
Balkondan bağırdım.
“Hey! Neler oluyor?”
Dükkânının ismini değiştiren amca “Geldi kızım, geldi!” dedi.
“Kim, kim geldi?”
“Korona…”
“Amca ne diyorsun yaa… Eve git bir dinlen. Korona yürüyor mu? Bas bas bağırmıyorlar mı virüs yürümüyor, virüs gezmiyor, onu getiren sizlersiniz diye…”
Bir başka genç “Bu savaşı biz kazanacağız!” diyerek kılıçlarını kuşanmış gibi kalabalıkla birlikte koştu.
“Bugün yüz yüze gelmek taraftarıymışlar. Ya biz kazanacağız, ya onlar… Haydi siz de gelin!”
İlayda Hanım’la bunu duyar duymaz kuşandık ve sokağa indik.
Ortalık mahşer yeri gibiydi.
Sonunda karşılaştık.
Bir tanesinin elinde Dünya’nın D’si vardı, pankart açmıştı bir diğeri.
“Sizi yendik” yazıyordu.
Terliklerimle inmiştim aşağı o heyecanla. Terliğimi kafasına fırlatmak istedim.
Hepimiz karşı karşıyaydık şimdi, savaşın çıkmasına ramak kalmış gibiydi.
Şimdiki zamanımızla Dili geçmiş zamanlarımız bile yer değiştiriyordu.
Hangisi şimdiydi, hangisi geçmişti, ayırt edemiyorduk.
İçlerinden en küçük olanı bir bebek edasıyla paytak paytak yürüdü.
“Penguen misin oğlum sen?” dedi arkamdaki genç.
Minik Korona, tüm arkadaşlarının önüne geçip ellerini iki yana açtı “Bence bu kadar yeterli arkadaşlar yeterince derslerini aldılar, yeterince farkına vardılar. Yeterince kayıp yaşadılar.”
Yanımdaki teyze hamamböceği ilacını Korona Virüsünün gözlerine sıktı.
Minik Koronanın“Ah! Gözüm…” dediği anda “Teyze ne yaptın sen? Hamamböceği mi bu?” diyecektik ki Korona Virüsü yerde can çekişmeye başladı.
Demek zayıf noktaları gözleriydi.
Gözlerinin içine bakarak onlara artık bizi yenemeyeceklerini göstermeliydik peki ama nasıl?
Bir kişiyken yetmezdi bu.
Bin kişi de olmazdı, milyonlar gerekliydi.
“Herkes arasın eşini dostunu tanıdıklarını sevdiklerini, herkes ama herkes şimdi herkesi buraya çağırsın” dedim.
Telefonlar açıldı, eş dost sevdiklerimiz ve küçük büyük herkes çağrıldı.
Milyonlardık şimdi. Milyonduk. Biz genci yaşlısı fakiri zengini ırkı yaşı boyu kimliği fark etmeden milyonduk. Aynı dünyada aynı havanın oksijen deryasında yüzen aynı tür canlılardık.
Yerde can çekişen Korona öldüğü için diğerleri bize bilendiler.
Biri yüzümüze doğru tükürecek gibi oldu ama yapamadı.
Milyonlar olarak hatta küs olduğumuz insanlarla bile bir araya gelmek pahasına kabule geçtik ve el ele tutuştuk, gülümsedik, orta yolu bulduk af kapılarını sonsuza kadar açık tuttuk. Hem neydi ki alıp veremediğimiz? Hangi şekeri esirgemiştik birbirimizden insafsızca?
Akide şekeri miydi, pamuk şekeri mi? Ben beyazım diye mi kabul etmemiştim siyahi birini?
İyi de bize ten rengimizi biz vermemiştik ki. Seçme şansımızın olmadığı bir mesuliyeti nasıl olur da birbirimize yüklerdik?
Üstlerine yürüdük. Tek yürek, tek bilek ve tek bir dünyanın tek bir yaşama gerçeğinin olduğunun farkını onlara kanıtlarcasına.
Karşımızda daha çok küçüldüler. Kimilerinin üstüne bastık, mikrop diye…
Ezildiler. Terliklerimizin altında hamamböceği gibi izleri çıktı.
Aşımızı bulmuştuk. Bilim adamlarından, ilim adamlarından önce.
Zaten kalp doğruyu bulunca, sevginin yolu ayak izimize karışınca her şeyin bir formülü bulunurdu.
Evlerimize geçtik. Onları ezdik diye önce bir izole etmek ihtiyacı hissettik kendimizi.
Ama aslında ezdiğimiz kibrimiz, soğukluğumuz, şımarıklığımız, hırsımız ve aza tamah ettiğimizi söylediğimiz zamanki yalanlarımızdı.
Kendimizi eze eze yeni benliğimizi doğurduk.
Günler sonra bir daha hiçbirimiz hasta olmadık. Virüsün ‘V’si geçmedi yamacımızdan.
Sokaklarımızın adı şen, kalplerimizdeki sevginin hediyesi ise samimiyet dolu sarılmalarımız oldu.
Otobüsün camından, arabanın camından, çalıştığımız şirketlerin camından, yürüğümüz parkların yolundan öyle boş boş hayata bakar gibi değil. Hayatın bizi seyrettiği ve bizim de ona layık olmamız inancıyla yaşar olduk.
Eşitlendik. Her zamanki mutluluk şartlarımızca… Çünkü mutluluğun hiçbir beklentisi yoktur ve mutluluk renk, din, dil, statü ayrımı yapmaz.
Mutluluk ya vardır, aslında hep vardır.
Gözünüze sıktığınız hamamböceği ilacının sizi kör ettiği ve görmediğiniz yanılgıları ortadan kaldırdığınızda buhar olup gidebilecek bir yanılsama yaşamak. Onu yaşadığınızı sanmakla, gerçekten yaşamak o illüzyonu ne kadar inandırıcı yaptığınıza bağlı dedi yaşam…
Ben de yanağından öptüm yaşamın. Fısıltısını kalbimize ısmarladığı için.
O da alın yazımdan öptü. Alın yazıma baharın geldiğini müjdelercesine“Bahar” yazarak…
Dilara AKSOY